30 Kasım 2012 Cuma

Behzat Ç. 78. Bölüm Değerlendirmesi

Çok sevdiğim Behzat Ç. dizisinin 78. bölümü pek çok açıdan büyük bir başarıya imza atmış bir bölüm. Tüm bölümün tek mekanda geçmesine rağmen akıcılığını kaybetmemesi bile tek başına büyük başarı.

Ben burada rahatsızlık duyduğum başka bir konuya değineceğim. Hatta eskiden izlediğimiz origami programları gibi burada yazılmışı var diyerek üzerinden gideceğim. Şimdi paylaşacağım yazının yazarı bölümde bana da rahatsızlık veren kısımları çok güzel dile getirmiş. Ara ara yazıyı böleceğim.

"78. bölüm cesur ve çok özel bir bölümdü, tek mekan içinde bu kadar uzun bir bölümü başarıyla kotarmak çok zor iş, emeği geçen herkese tebrikler, beğendik ettik vesaire. Ama bu bölümden, herhangi bir dramatik zaman öldürgecinden fazlasını çıkaracaksak, bence üzerinde düşünmemiz gereken iki önemli konu var: Birincisi, Eda'nın gönderilmesi, ikincisi de Hayalet'in ergenliğindeki tacizi, bunu anlatırkenki neşesi ve diğerlerinden aldığı tepkiler.
 

Behzat Ç. senaristlerinin kadın sorunu hakkında sabıkası yok değil ("menopoz teyze" hakaretini hatırlayalım) ama bu iki konuda bana kalırsa izleyiciyi dürtükleme amacı vardı (Eda'nın "cinsiyetçilik yapmayın amirim" çıkışı ve Hayalet'in "yok la daha çok utansın diye yaptım" demesi, senaristlerin tablonun farkında olduklarının göstergesi). Biz de "memişleri nondik nondik elledim dedi ya la ahaha" ile, "of ne muhabbet döndü şu ortamda be" ile kalmayalım, dürtüklenelim, huysuzlanalım biraz öyleyse."

Hayalet'in tacizi anlatırken gözlerinin parıltısının aşık olduğu, hoşlandığı kadını anlatırken bile bu kadar güçlü olmadığını görüyoruz bu sahnelerde. Yok azizim, Hayalet'in gözleri 77 bölüm boyunca ne olursa olsun böyle parlamadı! Ilgın'ın aşkı bile parlatmadı gözlerini öyle. Bu toplumda bir erkek taciz ettiği kız yerine aşık olduğu kadını bu şekilde anlattığında bir şeyler değişecek...

"Eda'nın kalma ısrarına rağmen gönderilmesi hakikaten ağır öküzlük, ağır rezillik, çok büyük kabalıktı. Ama gözümüzde o iç dökme sahnelerini Edalı canlandırmaya çalıştığımızda bunun bu beş cahil erkek için mecburiyetini de anlayabiliyoruz. Öncelikle, kimsenin Eda ile hayatı diğerleriyle olduğu kadar ortaklaştırmışlığı yok. Yani arada büyük bir samimiyet, güven, müşterek tarih farkı var. Eda hiçbirinin (Harun'un bile) o kadar yakın dostu değil. Bu anlaşılabilir olsa da o kadar öküzce gönderilmesine yetmeyecek bir gerekçe. Daha önemli, daha düşünmeye değer gerekçe şu bence: Akbaba da, Behzat da bir kadın arkadaşlarının yanında o kadar açılabilecek, duygusallaşabilecek, ağlayabilecek, göz yaşı dökebilecek insanlar değil. Neden peki? Yani bir erkeğin yanında dökülüp saçılmakla, bir kadının yanında dökülüp saçılmak arasındaki fark tam olarak nereden geliyor? Mesela "erkek adam ağlamaz" saçmalığı burada da etkin, ama yeterli değil, çünkü pekala ağlıyor. Ama bunu bir kadın arkadaşının önünde yapamayacak bir karakter. Akbaba bunu çok iyi biliyor, "Eda sen varken olmaz, benim hatırım için nolur git" diyor. Aslında erkekler de ağlıyor, yerlerde sürünüyor ama bu sır erkekler arasında kalmalı gibi bir düşünce mi var? Yani erkek, işgal ettiği toplumsal konumun sınırlarını aslında pekala delebiliyor, ama bunu yaptığına bir kadının tanık olmaması mı gerekiyor? Erkeklik, asıl o zaman, bir kadının tanıklığıyla mı deliniyor? Nasıl açıklayabiliriz bunu bilmiyorum, ama her açıklamanın ataerkil toplumsal cinsiyet biçimlendirmelerine çıkması kaçınılmaz görünüyor."


Dikkat! Burası çok önemli:
 

"Küfür meselesi var bir de Eda'nın gönderilmesinde. Aslında o küfürbaz öküzler, kadınlığı aşağılayan o iğrenç küfürleri her ettiklerinde "kusura bakma Eda" diyerek bir bakıma suçlarını itiraf ediyorlar. Behzat, "ebesini sikerim" dediğinde Harun'dan niye özür dilemiyor? Niye 'Akbabacım kusura bakma,' demiyor da, Eda'ya diyor? Çünkü sezgisel düzeyde, birinin "ebesini sikmenin" bir tehdit olarak kullanılmasında, sikenin, sikilene üstünlüğü göndermesi yapıldığının herkes farkında. arkadaş, benim ebemle sevişin, ikiniz de boşalın, sonra sarılıp huzurla uykuya dalın, ne güzel lan işte? Bunu tehdit haline getiren, bir saldırı unsuru yapan şey, tam olarak Harun'dan değil de Eda'dan özür dilenmesinin sebebini oluşturuyor. Ortada bir cinsel münasebet varsa, "sikenin" "sikilen" üzerinde kurduğu bir iktidar varsayılıyor, kadının sevişmedeki rolü, cezasını çeken bir mahkumun rolüne dönüştürülüyor. Eda'dan dilenen her küfür özrü, bunu aslında çok da bilinçli olmasa da açığa vuruyor. "Edacım kusura bakma, birbirimizle yine kadınlığı aşağılayan, erkekliği yücelten, cinselliği tabulaştıran varsayımlar üzerinden iletişim kurduk," deniyor. Unutmayalım, hiçbirimizi leylekler getirmedi, ezici çoğunluğumuz bir erkeğin bir kadının "amına koymasıyla" dünyaya geldik.Bu karşılıklı bir zevk etkinliği olmalı arkadaş, bir tehdit, saldırı, fetih unsuru değil."


İtiraf ediyorum, şimdi gelecek Akbaba'nın orospu çocuğu dediği kısım benim dikkatimi çok çekmedi, dizideki küfürlü konuşmalara kulağımız alıştığı için benim için arada erimiş gitmiş. 

Ek: Bipli izlediğim için fark etmemişim, bipsizini izlerken aklıma geldi.

"Ve yahu, Akbaba'nın, sevgilisinin bedenini pazarlayan adam için "orospu çocuğu" demesi kadar ironik, trajik bir şey olabilir mi? Adam pezevenk, senin sevgiline zorla "orospuluk" yaptırıyor, ama bunun üzerine senden duyduğu küfür hala orospu çocuğu oluyor. Durum o kadar vahim, tutarsız, saçmasapan ki, artık "e lafın gelişi" demek bana kalırsa kurtarmıyor çünkü laf yine kadınlığı aşağılayan, erkekliği yücelten, cinselliği tabulaştıran bir yerden geliyor. Yani o laf, yola oradan çıktı ve o laf hep oradan gelecek, anlatabildim mi? "Orospu çocuğu" olmayı kötü yapan şeyi bana tam olarak tarif etmeni rica etsem, oturur biraz daha ağlarsın lan Akbaba. Peki bunları kurtaracak başka bir savunma var mı? Akbaba samimiyetle "ya aga ben öyle demek istemedim, kastettiğim şey tabi ki o değil gerizekalı mıyım lan ben" diyebilir, bunu söylerken dürüst de olabilir mesela. Ama bu, ataerkil söylemin, pratik, gerçek, nedensel etkinliğini yanlışlayamıyor çünkü insanların eylemleri aslında çoğu kez çok derinlere kodlanmış bu tutarsız düşünce öbekleri tarafından yönetiliyor ve eylemlere yön veren bu öbekleri yaşatan, onlara can veren, nabızlarını daim kılan şeylerin önemli bir kısmı (tamamı?), tam da bu tür söylemler. Yani ataerkil söylem, yalnızca "bak gördün mü, Akbaba o adam orospu çocuğu derken, Behzat Ç. Eda'dan özür dilerken mantıksal tutarsızlığa düştü" gibi entelektüel bir akıl yürütmeye oyuncak değil, boşanan karısını bıçaklayan adamın, o bıçağı o etten içeri sokabilmesini sağlayan gerçek, maddi nedenlerden biri. O adam, böyle söylemler arasında büyüyor ve erkekliği yücelten, kadınlığı aşağılayan, cinselliği tabulaştıran o "mesajı" çok iyi alıyor. O mesaj, onun, hepimizin çok içlerine, iliklerine işliyor. Yani durum ciddi. sen ataerkil bir söylemi her telaffuz ettiğinde, o bıçağı o etten içeri sokan, o tokadı patlatan, cahil cühela ebeveynlere yalnızca maddi kaynakların değil, ilgi, sevgi, şefkat ve saygının aslan payını erkek kardeşe verdiren o ideolojik formasyonu yeniden üretiyor, ona kan veriyorsun.
 

Toparlayacak olursam, Eda'dan ileriki bölümlerde sert ve sarsıcı bir tepki bekliyorum bu cehalet ve ağır öküzlük için. Hadi kız, görelim seni.
 

İkinci düşünülmesi gereken, bence, Hayalet'in ergenliğindeki taciz hikayesi ve belki de ondan çok, ne Behzat'ta, ne Harun'da, ne Akbaba'nın kendisinde, ne de sözlük yazarlarında "asdflkjşljş"dan öte bir tepki uyandırması. Senaristlerin, fazla saf değilsem, aslında burada aynaya bakıp hesaplaşmamızı talep ettiğini düşünüyorum. O kısmı birebir hatırlatayım:

"Behzat: İlk ellediğin memeyi hatırlamıyon sen, öyle mi?
 

Hayalet: Hatırlıyom hatırlıyom da, öyle boştan, saçma bişey. Sonra şeyaparım abi, başka bi zaman ben sana anlatırım onu ya. 

Behzat: Yok lan anlatma zaten ne anlatıcan bana, anılara saygısızlık olur, olur mu öyle şey.

Hayalet: Ya yok abi anısı manısı da yok abi ya, şey, komşunun kızı... ergen dönemimiz işte. Bunun şeyleri, memişleri çıkıyo, utanıyo salak, kenara köşelere saklanıyo falan. Ben de gel kız buraya dedim, elledim, memelerini.

Harun: Utanmana gerek yok manasında mı?

Hayalet: Yok la daha fazla utansın diye. Zaten utanmış, eve gitmiş ağlamış mağlamış annesine. Annesi de bunu sopalıyo noldu diyo, işte diyo benim memeleri elledi diyo nondik nondik diyo, diyo ki işte ben hamile kalır mıyım diyo tamam mı [hayalet güler. harun da güler]. Annesi bunu dövüyo, babası mabası geliyo neyse, olay büyüyo da bunlar kalktılar bizim eve geldiler, bisürü kavga mavga, oo fena yani.

Behzat: İyiymiş la hikaye."


Ben bu kısımda buhranlar geçirmeye başlıyorum, Hayalet karakterinin büyüdüğü semt, oradaki insanların yapıları, bu insanların cinselliğe bakış acıları, kızın ne hale geldiği, belki de sonsuza dek içe kapandığı geliyor aklıma. Anlattığı olayın travma dozu arttıkça ağzıma bir yastık dayayıp nefes almam durana kadar boğuyorlar sanki. Aileler girmiş araya, kız hem tacize uğramış hem dayak yemiş, olay büyümüş, duymayan kalmamış.... Ay ay ay! diye çığlık atmak istiyorum. Uğradığım hayal kırıklığı, duyduğum rahatsızlık o kadar büyük ki kendimi rakıya, şaraba vurasım geliyor.

İstiyorum ki olmasın sonumuz böyle, diken üzerinde farklı bir kod arıyorum. Behzat'ın 'Hee iyiymiş' demesi ile ben eriyip tükeniyorum. Paralel bir evrende uyanmak ve o mekanda bulunanlardan en az birinden durumun yanlışlığına dair bir kelam çıktığını duymak istiyorum. Bir Akbaba dönsün Hayalet'e 'Sen de bunu sırıta sırıta marifet gibi anlatıyon' desin mesela.Yalnız değilim.

Soruyorum in memory'ye: Tepki gelsin diye mi böyle yazdılar?


۞ Evet olabilirdi sanırım, ama yazarlar en azından solun kıyısından köşesinden geçtiğini tahmin ettiğim insanlar. Behzat'ın o türden bir yorumunu sahiplenebileceklerini, seyirciye "iyi hikayeymiş hakkaten" dedirtmek amacıyla yazdıklarını sanmıyorum. Seyirciye bu kadar özdeşleştikleri insanların aslında ne düzeye inebileceklerini hatırlatma amacı güttüklerine inanmak istiyorum. Ama öyle bir etkinin yakınından bile geçmediğini üzülerek farkettim ekşi'de okuduğum yorumlarda. Burada tabi seyirciye "Yahu senaristin demek istediğini anlamamışsınız bile" diye tepeden bakmak da tehlikeli, çünkü tek yapabildiğimiz dışarıdan niyet okumak. Ama elimizde en azından üzerinde özgürce konuşabileceğimiz bir kurgusal malzeme var, ve bence o malzeme bir eleştiri için iyi, işlevli bir malzemeydi, bölümü bu yüzden beğendim ben. Ama İşler Güçler ve Behzat Ç. gibi erkek dizilerinin başından beri takipçisi ve hayranı olduğumu da itiraf edeyim, belki de konduramıyorumdur sadece bunu senaristlere.


Orada belki de Akbaba'nın kendi sevgilisinin yaşadıklarından yola çıkan olumsuz bir yorumu, Behzat'ın hemen ardından Hayalet'e dönüp "He, iyiymiş. sen de sırıta sırıta marifet gibi anlatıyon bunu he mi?" falan gibi bişey söylemesi, yalnızca Hayalet'le değil Behzat'la da gerilmesi, aralarındaki o "aman abi gözünün yağını yiyeyim" hiyerarşisinin sarsılması, bu konuda Behzat'ın da gıkını çıkaramayacak olması vs belki de daha vurucu olabilirdi. Ben olsam sanırım öyle bir şey yazardım. ama diğer yandan, tüm dizinin senaryosu baştan sona bana kalsa, didaktik bi belgesele dönüp saçmasapan bişey de olabilirdi. Ama bu haliyle kalınca beş öküz öküzlükleriyle kaldılar, seyirci de "iyi hikaye" yorumunu sahiplendi hakikaten. benim de kafam karışık.

Yazısına geri dönüyorum:

"Hee, iyiymiş amirim, iyiymiş. yahu malum ataerkil kodlamalar yüzünden kendi bedenindeki değişimden utanan, bunun için "salaklıkla" suçlanan bir gencin ilk "cinsel deneyimini" ailesinden şiddet görmeye, bilgisizlikten kaynaklanan hamilelik korkularına, neredeyse adli bir vakaya kadar uzanan travmatik bir tacizle yaşamasından bahsediyoruz. Hayalet pişmiş kelle gibi sırıtıyor, Harun'un suratında o her zamanki ebleh tebessüm beliriyor, Behzat Ç. pek beğeniyor. Hiçbiri de demiyor ki, 'lan yavşak, o genç kızın büyük olasılıkla ruhsal yapısının içine sıçtın, muhtemelen artık bedeninden daha da utanmasına, maruz kaldığı taciz yüzünden bile kendisini suçlamasına, ailesinin üzerindeki baskıyı arttırmasına yol açtın, bundan sonra karşılıklı rızaya, saygıya ve özgürce zevk alıp vermeye dayalı bir cinsel hayat için tüm bunlarla hesaplaşmasını, bunları yenmesini, kendisiyle mücadele vermesini zorunlu kıldın, afferin sana iyi bok yedin bi de geçmiş karşımıza ağzı kulaklarında anlatıyosun.' Mesele Hayalet'i yargılamak, asmak kesmek değil, hepimiz o yaşlarda türlü cahillikler yaptık, ama tacizin bu kadar normalleşmesini, insanların tüylerini ürpertmesinden ziyade kahkaha konusu olabilmesini, kah hüzünlendiren, kah neşelendirendeki neşe unsuru olarak görülmesini, Akbaba'nın yürek parçalayan hikayesinin ortasında ortamı yumuştan geyik malzemesi görevini üstlenebilmesini sorgulamamız, bunun üzerine gitmemiz lazım.

Özetle: Bu beş erkeğin, Eda'yı oradan göndermek zorunda olmasıyla, bu iç burkan taciz hikayesini geniş mideler ve tebessümlerle karşılayabilmesi arasında çok gerçek, elle tutulur bir bağ var. Bu bağı küçümsememeli, kadın cinayetlerinin, taciz ve tecavüzlerin, homofobik saldırganlığın gemi azıya aldığı bu topraklarda bu bağ konusunda özellikle çok uyanık olmalıyız. Bölümü beğendik, keyifle izledik de, senaristlerin kör göze parmak sokmadığı bu meseleleri ciddiye almak, karakterlerle kurulan özdeşleşmelerin ötesine geçebilmek de bence aldığımız keyfin karşılığıydı, en azından bir kısmını hep beraber ödeyelim istedim."

 in memory of botvinnik 

۞ Ben hala Hayalet'in "Yok la daha da utansın diye yaptım" cümlesinin senaristlerin bize verdiği bir ipucu olduğunu düşünüyorum. Yani oturup da o solcu çocuğun (serbes değil, öbürü, uzun saçlı) bilgisayar başında bu diyaloğu yavaş yavaş yazarken öyle bi cümleyi "oo geyiğe bak hacı bunun ekşide iyi gideri var" falan gibi yazmasını canlandıramıyorum kafamda. Ama Akbaba'nın gık çıkarmamasındaki abukluğa katılıyorum tamamen. Ama ne bileyim, o da öyle bi öküz işte. psikopatın, manyağın teki hatta. hatta yazık şimdi acıdım adama. 

Ben ise öyle düşünemiyorum, ekşi veya herhangi bir sözlüğü düşünerek yazıldığını zinhar düşünmüyorum gerçi, bir yandan artık çoğunluk olmuş sözlük yazar güruhunun genel tepkisi benim için belirleyici değil.

Senaristin hepimize bir açıklama borçlu olduğunu düşünüyorum. Önümüzdeki bölümler bize gösterecek.

finish özel tuz -2 kiloluk-

Finish'in özendire özendire sunduğu ürünü. Açıkçası bir kiloluğunun fiyatını hatırlamıyorum, hep kampanyalı ve bir şeylerin içinde geldi tuzlar. Bu nedenle ürünü ekonomik olarak karşılaştıramayacağım.

Gelin görün ki sırf on kuruş kar edeceğim ikili paket yerine iki kilo tuzu tek pakete doldurmak benim hiç tasvip ettiğim bir şey değil. neden? Bir kere bir kiloluk tuzu bulaşık makinenize tamamen doldurabiliyor sonrasında boş kutuyu geri dönüşüme atabiliyorsunuz. En azından ben öyle yapıyorum.

Sonra makinenize tuz eklerkentuzlar bir süre sonra taşmıyor, bir kilo ideal ölçü, iki değil. Bir süre sonra taşmaya başlıyor ve dizilerdeki çok şaşıran karakterin çay dökerken dalıp taşırması gibi bir sahneyi siz bulaşık makineniz ve tuz kutusu ile yaşıyorsunuz.

 İşiniz bitince kutuyu atamadığınız gibi makineye boşaltırken açtığınız kısım nedeniyle kutusu devrilirse tuz saçılabilir, herhangi bir yere koyamazsınız, hatta karton kutunun tasarımı nedeni ile diğer bulaşık deterjanı gibi ürünlerin yanında ya dev kalır ya da onlara ayırdığınız bölüme sığmaz. Halbuki kartonu sanki iki tane bir kiloluk paket yan yana duruyormuş gibi tasarlasalar, üşenmeseler bunlar olmayacak.

Şu hali ile kaç gündür tezgahta duruyor, mutfaktaki tüm trafiği alt üst etmiş durumda. Nereye koyacağımı bilemiyorum.

Neden bunu seçtim derseniz, çünkü bir kiloluk bir marketing stratejisi olarak sadece üçlü paketlerde vardı, onlardan da evde istemediğim kadar mevcut.

Berte Tüketici Hattı gururla sundu.

23 Kasım 2012 Cuma

Neden THY değil? Çift Soyadı Rezaleti

http://bianet.org/bianet/ayrimcilik/142318-thy-ailesinde-cift-soyadina-izin-yok

Neden THY ile uçmamayı seçeceğinizi gösteren şaka gibi bir haber. Neymiş efendim çift soyadı kullanan evli kadınlar THY'nin "aile" indiriminden yararlanamayacakmış. Yani aslında yararlanabilirmiş de, evlilik cüzdanını gösterecekmiş, üzerine rezervasyonu ve bilet alımını sadece eşinin soyadını kullanarak yaparsa caizmiş. Ne o öyle hem evliymiş hem de bekarlık soyadına veda etmemiş, ne kadar da ayıpmış, olur mu öyle şeymiş... THY aklını peynir ekmekle yemiş, acaba aile salonu da var mıymış? Mümkünse ben orada olmak istemiyorum.

Kemalist Kişilik Bozukluğunda Anarşik Etyoloji

Tüm dünya gibi elbette ki Vendetta da Türk'tü! Şu maskelerin benzerliğine bakın, o bıyıklar, o kaşlar... nassıl da aynı yani bu kadar olmaz! Pes doğrusu resmen vendetta Türk işte, daha ne istiyorsunuz? Kanıtsa kanıt! 

http://www.turksolu.org/384/basyazi384.htm

Eski Türkler de maske takardı...

Cumartesi Anneleri 400. haftalarında


Hiçbir çığlık bir annenin sessizliği kadar güçlü değildir.
Yarın siz de yanlarında olun, destek olun.

2 Kasım 2012 Cuma

ÖLÜM SANAT VE MEKÂN III SEMPOZYUMU

Her ne kadar Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi (bir alışamadım bu isme) hala bir enkaz halinde olsa da oditoryumda yapılacağı iddia edilen misler gibi sempozyum. Dört gün boyunca çeşitli belgeseller, filmler, farklı ekollerden değişik bakış açıları yer alacak, güzel olacak. Ölümün sanatı nasıl yakamozladığını izleyeceğiz. Duyalım duyuralım.
ÖLÜM SANAT VE MEKÂN III SEMPOZYUMU
5-7 KASIM 2012

Deniz Yolaç ve kaybettiğimiz bütün diğer öğrencilerimizin aziz hatıralarına...

SUNUŞ

Ölüm bilinci şüphesiz tarih boyunca kültür ve sanat yaratmasında insanoğlunu tetikleyen etkenlerin başında gelmiştir. Zygmunt Bauman kültürü “insanların farkında oldukları şeyi unutturmaya yönelik incelikli, karşı-anımsatıcı teknik bir aygıt” olarak tanımlarken, kaynağını ölüm bilincine ve ölüm gerçeğini unutma gereksinimine bağlar.  Ölü gömme ritüelleri, mezar ve mezarlıkların ortaya çıkışı tarihöncesi uzmanları tarafından insanlık eşiğinden geçmenin önkoşulu olarak kabul edilir. Ölüm kavramı, insanı hayatın geçiciliği karşısında kalıcı bir şeyler yaratma konusunda uyarmış ve sanat yapıtının doğuşuna zemin hazırlayarak başta plastik sanatlar, edebiyat ve müzik gibi alanlarda olmak üzere sanat yaratımının bütün dallarında estetik yönden en etkileyici yapıtların oluşmasına aracı olmuştur. Öte yandan ölüm gerçekleştiğinde, ölüyü dini inançlar çerçevesinde öte dünyaya hazırlama ve aynı zamanda geride kalanların ölüm acısını hafifletme çabalarının sonucu olarak ortaya çıkan mezar anıtları da, gene ölüm ve yaratma arasındaki ilişkinin somut kanıtlarını oluşturur.  
“Ölüm Sanat ve Mekân III Sempozyumu'nun amacı, ölüm kavramının gerek birey ve toplumun yaşamındaki, gerekse sanat yaratımındaki yeri ve önemini felsefe, toplum bilimleri ve çeşitli sanat dalları üzerinden irdeleyerek bir kez daha vurgulamak.  
  

Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Fındıklı Kampüsü
Video Konferans Salonu [5 Kasım 2012]
Sedad Hakkı Eldem Oditoryumu [6-7 Kasım 2012]
Yrd.Doç.Dr. Gevher Gökçe Acar'ın Ölüm Sanat ve Mekân seçmeli dersi kapsamında düzenlenmektedir.





5 KASIM 2012 PAZARTESİ
Video Konferans Salonu

11:00- 11:15            Açılış       

Oturum Başkanı        Şebnem Uzunarslan

11:15-11:45             Levent Şentürk                  Demirbaş Dolabından Dönme Dolaba: İktidar, Bellek ve Ölüm Katmanları Arasında
11:45-12:15             Nurullah Ulutaş                  Felsefî Bir Gerekçeyle Ölümü Estetize Etme Sanatı: Roman ve İntihar
12:15-12:45             Fatih Danacı                      Korku Sinemasında Yeniden Dirilme Konsepti
12:45-13:00             Tartışma

13:00-14:00             Öğle arası

14:00-14:30             Gevher Gökçe Acar            Orta Asya'dan İstanbul'a Şamanizm'den İslâm'a Türklerde Ölümün Değişen ve Değişmeyen Yüzü
14:30-15:15             Belgesel Film Gösterimi      Tibet’in Ölüler Kitabı
                                   

6 KASIM 2012 SALI

Sedad Hakkı Eldem Oditoryumu

Oturum Başkanı        Güzin Kaya

11:00-11.30             Barış Özgen Şensoy           Freud’da Ölüm ve Sanat: İmkânlar, Sınırlar ve Metodoloji    
11:30-12:00             Erdem Ceylan                   Toten-Bau-haus: Bauhaus’ta Ölüm
12:00-12:30             Kerem Özel                       Şehitlik Tasarımında İnsani Boyut: Muammer Onat Karaoğlanoğlu Şehitliği          
12:30-13:00             Zeynep Sayın                    Çin’den Bizans’a Ölüm
13:00-13:15             Tartışma

13:15-14:15             Öğle arası

Oturum Başkanı        Oğuz Özer

14:15-14:45             Melih Başaran                   Maurice Blanchot’nun Yaşam-Ölümöyküsel (Bio-thanatographique) Metni: Ölüm Anım
14:45-15:15             Ahmet Erözenci                 Edebiyatta Ölüm-Bir Kişisel Yaklaşım
15:15-15:45             Buket Akgün                      Karanlık Ana Tanrıça’nın Soyundan Gelmek: Edebiyat ve Sanatta Cadılar ve Ölüm
15:45-16:00             Tartışma

16:00-16:15             Kahve arası

16:15-16:45             Film Gösterimi                   Annabel Lee   Animatör  George Higham 
                                                                          Kostnice [Kemiklik] Yönetmen Jan Švankmajer


7 KASIM 2012 ÇARŞAMBA

Sedad Hakkı Eldem Oditoryumu

Oturum Başkanı        Şükrü Aslan

10:30-11:00             Tuna Erdem                      Sinema ve Televizyon Dizilerinde Nekrofili
11:00-11:30             Ercan Kesal                      “Bir Zamanlar Anadolu’da” Filminin Senaryo Yazım Sürecinde “Ölüm”  Üzerine  Okumalar
11:30-12:00             Can Denizci                       Franz Schubert’in ‘Kış Yolculuğu’ Şarkı Dizisinde Simgesel Ev Olgusu: Yolculuk ve Ölüm Eğretilemeleri
12:00-12-15             Tartışma 

12:15-13:30             Öğle arası

Oturum Başkanı        Aykut Köksal

13:30-14:00             Haluk Çetinkaya                 Antik Dünyada Ölüm Algısı ve Sanattaki Yansıması
14:00-14:30             Filiz Özer                            Ata Kültünün Antik Roma Sanatına Etkisi
14:30-15:00             Eva Aleksandru Şarlak        Şişli Hristiyan Mezarlıklarında Üslup Çeşitliliği
15:00-15:15             Tartışma

15:15-15:30             Kahve arası

15:30-16:00             Yusuf Benli                        Ozanların Dilinden: Halk Şiirinde Ölüm
16:00-17:00             Ağıt icraları                       Yusuf Benli, Kumru Dilber, Makbule Oral