27 Nisan 2012 Cuma

Can Yücel'den, öğrenmemiz gerekenler


Verdiğim değeri haketmeyen insanları silmeyi,
Arkama dönüp bakmamayı..
Hiç kim...se için kendime saygımı yitirecek bir şey yapmamayı..
Gözyaşlarımın değerini bilmeyi
Ve onları üç kuruşluk insanlar için harcamamayı,
Ben izin vermeden kimsenin beni üzemeyeceğini,
Kendimin her şeyden önemli olduğunu..

Zor oldu,
Geç oldu,

Ama öğrendim!!

Bulantı Hikayeleri

Çok uzun süredir yediğimi midemde tutamamak ve dahi mideme gönderememk gibi dertlerden muzdarip olduğumu yazdım, çizdim. herkes grip gibi geçici bir şey sandı. Değildi, değil... yanına kramplar, ağrılar da ekleyerek devam ediyor, hala neyin bana dokunacağını bilemeden yaşıyorum, öyle ki yeri geliyor içtiğim su bile "dokunuyor". Midemde bir şey kalmıyor, ben hala öğürerek kasılıp kalıyorum, beynime 'çıkacak bir şey kalmadı, aloooğğğ' sinyalleri gönderiyorum. Nasıl sinyallerse onlar artık... Çok uzun saatler bir şey yiyemiyorum kumsanın ardından, yersem o da gidiyor ki canım istemiyor. Şaka maka aylardır süren ve yaşam kalitemin içine eden bulantı ve saz arkadaşları berte'yi içten çökertme teşkilatı kurdu diye endişe ediyorum, o derece.


Bilenler bilir, çok da "yamuk" bir insan değilimdir, rüzgar esse üşürüm falan da geçici ki bunlar. Midem için de içinde olduğum ve belki de olduğumu fark etmediğim durumun yansıması, bir başka deyişle psikosomatik diye geçiştirdim hep. Ben toparladıkça o da toparlayacaktı, burada hafiften şizofren eğilim gösterdiğimin farkındayım, insanın midesinden ayrısı gayrısı olur mu? Olaylar umduğum gibi gelişmedi, fil fareyi ezdi geçti. Ben beslenemedikçe halsiz kaldım, halsiz kaldıkça beslenemedim hayat kalitesi diye bir şeyim kalmadı, sürekli hasta olduğum için kendimden nefret etmeye başladım bir ara, sonra saçmalama kuzen! diyerek kendime geldim, hala beni zorluyordu. Evden çıkamaz olmuştum, okul, hastane, adliye, cami gibi gitmem gereken yerlere gidemiyordum, şehir değiştiremiyordum, hatta Nilüfer Turizm maceramı da buraya yazmıştım. 


Kimse durumun bu kadar kötü olduğunu tahmin etmedi. Sadece durumumu internet üzerinden de olsa yakından bilen bir arkadaşım Ocak ayı itibarı ile endoskopi yaptırmam için baskı yapmaya başladı, aile geçmişimden, kirli aile geçmişimden dolayı korkuyordu. Kusma dediğin bu kadar sürmez, bir ara geçer... Geçmedi. Arkadaşım hala ısrarlı, ben ise aile hekimi ve benzerinin de endişeleri ile yeni yeni hastane yolunu tuttum, o da istemeye istemeye. Sorunun bu kadar sürmesinden kelli organik olduğundan korktuğumu, gerekli tetkikleri yaptırıp eğer psikosomatikse rahat rahat kusmaya devam edeceğimi söyledim. Gittiğim hastane annemin vefat ettiği hastane, doktorlar tanıdık. Beni annemin son dönemlerinde görmüşler, beynimi kullanarak her şeyi yenebileceğimi söyledi cümbüş doktorumuz, o zaman anladım ki ben yaşadığım sıkıntıları yüzüme yansıtmıyorum, halbuki o gün bıçak sokmuş gibi kramplar da başlamıştı... Ne kabus!


Çok uzattım, benim durumum hala belli değil, gastroenterelogdan randevu düşürmeye çalışıp başaramıyorum şimdilik. Durumumun nedenleri üzerine konuşurken aile hekiminin anlattığı bir bulantı hikayesi dikkatimi çekti.


Bir adamın 40 45 yaşlarına kadar sürekli midesi bulanıyor, testeler yapılıyor, yok, o şu bu... yok, hiçbir tedaviye cevap vermiyor. Durum böyle olunca psikiyatriye yönlendiriyorlar. Sorun ortaya çıkıyor. Doğu, abisinin hanımı ile 8 yaşındayken evlendiriliyor "töre gereği", evet, 8 yaşındayken, kadın ise 20 25 yaşlarında. Meğer kadın bunu her sabah yokluyormuş erkek oldun mu diye, kadınla elbette evli kalmış, ilerleyen vakitlerde çocukları da olmuş ama bu bulantı musallat olmuş. Adam 40 civarı yaşa kadar bu illeti çekiyor, sonra kadından boşanıyor, bulantılar kesiliyor. Düşünsenize, 40 yaşındayım, 32 senelik eşimden ayrıldım diyen biri... Neyse ki bir şekilde ortaya çıkmış da ömrünün sonuna kadar çekmemiş. Aile hekimi bulantının sebebi bir kadın bile olabilir diyerek anlatmıştı. 


Bu arada ben de ağrı ve bulantılarımla yaşamayı öğreniyorum, kusarsam kusarım diyerek dışarı çıkıyorum, yalnız elimdeki uçaklarda verilen kusma kağıtlarından kalmadı, her türlü bağışı kabul ederim, naylon poşet çevreye daha fazla rahatsızlık veriyor. Ben çevreye verdiğim rahatsızlıktan ötürü özür dilerim de çevrenin bana verdiği rahatsızlık için kim özür dileyecek? 


Varoluş kaygıları, varolmanın bulantı yaratan hafifliği gibi argümanlarla geleni peşin dövüyorum, söyleyeyim. Fiziksel olarak kesintisiz bulantı hissetmeden de varoluş acısı çekebilir bir insan.


Organikse organik, psikosomatikse psikosomatik, bulacağım seni bulantımın sebebi! (Böyle göz dağı ile, isyankar, yeneceğim seni İstanbul'umsu bir final işte)

5 Nisan 2012 Perşembe

annesi erken ölmüş kızlara

Kıymet Nadir Bindebir'in son dönem online Yaprak dergisine yazdığı bir yazıydı bu, sonra o yazı kayboldu ama Kıymetlimisss kaybolmadı neyse ki, ricamı kabul edip hem yazısını hem de kah orada kah burada yayınlama iznini e posta ile gönderdi. 


Kendisi ile çok hoş yazışmalarımız oldu bu arada, bu yazıyı yazdığı insanlardan biri benim canım dostum Esin, her şeyimizle annemin sağlığı ile uğraşırken birdenbire annesini kaybeden Esin.


Kıymetlimiss çok hoş bir şey söyledi bu yazışmalarda: doğada hiçbir canlı annesiz kalmaz, köpek kedi yavrusunu kollar, kaplan yavru maymuna annelik yapar, mutlaka bir "anne" o "yavruya" sahip çıkar. 


Ona da birisi söylemiş, o da başlamış anne edinmeye, hatta anneleri yedekliyorum, demişti, gülüşmüştük. 


Ben bu "anne" tarafından kollanma hissini son Bursa'ya gidişimde çok yoğun hissettim, öyle ki arkadaşımın annesini benim annem sandı apartmandakiler, ilkokul öğretmenim keza öyle, yaşınız kaç olursa olsun bir "anne" mutlaka sizi sahipleniyor bir şekilde. Şu kısa örnekte bile anneyi akraba ortamından uzakta bulacağınızın sinyalleri geliyordur umarım. Bir yanda başın/başımız sağ olsun, bile demeyen bir teyze, diğer tarafta bana gerçekten annelik yapanlar. Bu yazıyı bu yeni "anne"lerime adıyorum.


Özellikle bugün hep aynı kalacak yaşının ilk dönencesi olan anneme, yazacaktım ki iett'nin doğum günü mesajını aldım... Bildirsem mi acaba? Bilemedim gecenin bu saatinde. 


Tüm annelerime ve özellikle bugün doğum günü olan anneme:


(Şu yazıda küfretmek istemem ama eski bilgisayarım nasıl bir şey yapıyorsa dakika başı başka oturum açtınız, tekrar girin bi bişey yapın diyerek zırt pırt yazıyı donduruyor, tüm yazacaklarımı unuttum bu teknik denyoluk yüzünden...)



15 Ocak 2007 de yaprakdergi.com da yayınlandı

http://www.yaprakdergi.com/default.asp?mId=91 (link artık maalesef çalışmıyor)


Anneleri erken ölmüş kızlara

Yazara ait diğer metinler »
Oluşturma tarihi : 20.01.2007 15:54:05
Son değiştirme : 02.02.2007 23:14:42
Yayım tarihi : 20.01.2007
[x] Kapat
Anneme, Esin’e, Gül’e


Çok erken ölmüş anaların kızlarıyız biz.

‘Çekmeden ve çektirmeden’ hiç kimseye yük olmadan bu hayattan kayıp gidivermiş kadınların, hiçkimse tarafından korunmadan yaşamayı öğrenmiş kızları.

Annesiz anneleriz. Öteki kızlara benzemeyiz. Babası erken ölen kızlar hiç büyümezler, hep biraz çocuk kalırlar ama biz farklıyız. Annemizin öldüğü gün büyümek zorunda kaldık çünkü.

Hazırlıksız, hastalıksız  ve  hastanesiz, gencecikken, daha ölüm hiç yakışmıyorken,
apansız, son sardıkları dolmalar buzdolabında, son yıkadıkları çamaşırlar ipte kalıvermiş,
banyoları ferah yeşil elma kokulu  ve ölüm üzerlerine hiç de yakışmamış kadınların kızlarıyız.

Annem öldüğü gün,  bisikletle deniz kıyısında tur atmış, bahçesindeki çiçekleri çapalamış, ayrık otlarını temizlemiş, terası yıkamış. Soğanlı kıyma kavurmuş, dolaba koymuş ve ölmüş.

Bu kadar işte, bisiklete biniyorsun, ot yoluyorsun, kıyma kavuruyorsun ve küt diye düşüp ölüyorsun. Haksızlık. Haksızlığı yapan annem. Ölümü fikrine alışmamız için süre vermedi. Yaşlanmadı,  hastalanmadı, hastanede yatmadı, bizi önceden ikaz etmedi.

Ben öksüz, bisiklet öksüz, otlar, soğanlar, kıymalar bir anda kalıverdik ne yapacağımızı bilemeden. Bir de sardunyaları.

Öksüz, şaşkın dünyanın ortasında öylece tek başımıza kalıverdik. Bu kadar yakınımıza gelebilir miydi ölüm, bu kadar ani mi olurdu?  Daha helva yapmayı bile bilmiyordumki.

İki gün evvel telefonuma bıraktığı mesajında ‘’Sevgili İstanbullular’’ demişti politikacıları taklitle, ‘’Hepinizi öpüyor ve hoşçakalın diyorum’’. Mesajı duyunca aradım. Ona torun sevgisi tattırdığım için uzun uzun teşekkür etti. Oğlumla ne kadar iftihar ettiğinden bahsetti. Ben de ona teşekkür ettim. ‘’Senin desteğin olmasa doğurmaya karar veremezdim ki, sayende doğurdum, sayende büyüttüm’’ dedim. Keşke daha fazlasını söyleseymişim. En çok söyleyemediklerimiz acıtıyor ölenin arkasından. Niye daha fazlasını esirgedim ki?

Bilmiş miydi, bekliyor muydu ölümü? İstemese de bekliyordu galiba. Hem anneannesinin hem de annesinin öldüğü yaştaydı çünkü. O yaş onun korku barajıydı. Şimdi benim de korku barajımdır yakınlaştığım o yaş, ama bir yandan da  hınzırca biliyorum ki; anne tarafımdam üç kuşak kadının yüreğini tıp diye durduruveren o yaşı ben salimen atlatacağım. O barajı geçip, üç kuşaklık o çemberi ben kıracağım.  Onların çağlarının ‘ihtiyar’ yaşları bizim zamanımızın ‘orta yaşlar’ıdır çünkü.

Hastanesiz, doktorsuz ve morgsuz, üçüncü sınıf turistik bir kasabanın mezarlığına, ikindi vakti gömülüverdi annem ben yetişemeden. On gün evvel arabaya el sallarken bırakmıştım, tekrar karşılaştığımızda toprak bir tümseğin altında yatıyordu. El salladığı görüntü dondu beynimin ekranında. Tümseği kazıp vedalaşabilmeyi isterdim. Dokunmak, sarılmak, ona sesimi duyurabilmeyi isterdim.

Dizlerimin üstüne çöküp yumuşak toprağı avuçlayıp durdum. Dinsizlik, inançsızlık
tesellisiz bıraktı beni anamın mezarı başında.

Oğlum onüç yaşında o vakit. Ona baktım, ağlamaktan gözlerinin rengi koyulaşmış, derin deniz mavisi olmuş,

‘’Artık yürürken böceklere, karıncalara basmamaya çok dikkat edeceğim’’ dedi.

‘’Neden?’’ dedim.

‘’Çünkü anneannem re-cycle ediyor’’.

Toprağın altında anamın güzel bedeni, elimde mezar toprağı, gözlerimde yaşlar gülmeye başladım. Sarıldım oğluma. Anneannesinin bedenini doğaya emanet ettiğini düşünen bir torun. Ancak annemin öğrencileri bu kadar açık fikirli olabilirdi.

Düşündüm ki; annem de öyle isterdi, ağlamayalım isterdi mezarının başında. Anladım ki; annesizliğin sihirli iksiri, panzehiri yine anneliktir. Annesizliğin acısını ancak annelik unutturabilir.

Anneleri genç yaşta ölmüş, bir günde büyüyüvermiş kızlar, en çok onlar benzer annelerine.

Başsağlığına gelenler, anneleri erken ölmüş kızların yüzüne bu sebepten bakamazlar. Şaşarak  ve  anamızla aynı akıbeti paylaşacağımızdan emin, tedirgin izlerler çay tepsisini metanetle, annemizinkine benzer adımlarla taşımamızı. Sesimizin, konuşmamızın annemizinkine benzerliği tedirgin eder taziyecileri. Bilmezler ki; biz erken ölmüş anaların erken büyümüş  kızları, anamızın öldüğü yaşın korku barajını gözyaşlarımızla doldururken hayatın bütün gereklerini yerine getirebiliriz.  Öldüğü saat annemizin tahtına oturur, geri kalan ömrümüzde annemiz kadar güzel köfte, börek yapmaya, çekmecelerin içini onun kadar düzenli tutmaya, banyoları onunkiler kadar temiz ve ferah kokutmaya çalışırız. ‘Korunan’ kategorisinden ‘koruyucu’ kategorisine annemizin öldüğü saat geçmişizdir biz. Taziyecileri teselli edecek gücü, annelerimiz ölmeden devretmiştir bize. O gücün farkında değilizdir sadece.

En çok ellerimi benzetirim anneme. Annemi özledikçe ellerime bakarım sekiz senedir. Asla onunkiler kadar becerikli olamayacak, asla onunkiler kadar şefkatle dokunamayacak olan kendi ellerime.

Şimdi annem bana ellerim kadar yakın.

Artık dünyadaki bütün çocukların annesi benim, artık dünyadaki tüm canlılarda biraz annem var.

Yaşarken tekti, öldükten sonra ‘herşey’e dönüştü annem.