20 Aralık 2012 Perşembe

21 Aralık 2012

Ya da Mayaların yazılı takviminin son günü. Gerçekten kıyamet kopacağına inanalar, inanmayıp inananları itin götüne sokanlar, günün programına saat 9 İsrafil'den sur dinletisi yazanlar derken şurada o tarihe girmemize epi topu iki üç saat kaldı. Elbette bu bizim için, Avustralya için kopmaya başlamış olsa gerek (Avustralya için kıyamet vakti) en son Amerika'yı da bekleyeceksek yarın bu saatlerde ancak kopmaya başlar. 

21 Aralık 2012 tarihi hakkında değişik görüşler var, bunlardan birisi de spiritüel alemin insanlarının bahsettiği 5. boyutun o tarihten sonra açılması, 11:11 kapısı gibi birçok insan için yine alay konusu iken öte yandan tüm hayatımızı buna bağlamasak da bir şeylerin ruhsal düzlemde değiştiği de kesin, daha çok insanın algısı son on senedir daha açık. Bu elbette ve de maalesef son on senedir bu konularda daha çok şarlatan ve ay bende de var insanının çıkmasını engellemiyor ve mevzu alay konusu oluyor. 

On sene önce bir seminerde, meditasyon merkezinin dersleri de diyebiliriz,  budistlerin inandığı takvim ve dönemler anlatılırken bu tarih son bir dönüşüm çizgisini gösteriyordu. Çağlardan bahsedildi, budistlerin zaman ve çağlar üzerindeki düşüncesi daha farklı, bir daireyi aynı anda hem dörde hem de beşe bölüyorlar. O beş biraz sübtil. 

Çağlar altın çağ ile başlıyor, bu çağda herkes ve her şey dingin, kıpırtı yok ses yok ve hala insanlar ya da ruhlar anlaşabiliyor, her şey sonsuz bir huzur içinde. Bu çağın bozulmaları başlıyor ve bahsedilen Kayıp Kıta Mu kaybolurken bu çağı da beraberinde götürüyor.

Sonra gümüş çağı başlıyor, burada hafif kıpırtılar başlıyor, aynı anda eskisi kadar çok aynı yerde olamıyorsunuz ama sadece eskisi kadar çok değil, bilinç hala çok açık, hala her şey çok dingin ve huzurlu. Ve lakin insanoğlu durmuyor ve Atlantis'in batması ile bu çağda bize elveda diyor.

Bir sonraki çağda her türlü atraksiyon var maşallah, ses, hareket, gürültü, trafik, yüksek atlama... Bu yüksek atlama ile peygamberler gelmeye başlıyor. İnsanlar artık dingin değil ve ilk savaşlar bu çağda başlıyor, Bakır Çağı.

Peygamberler gidişatı durdurabiliyorlar mı? Hayır. Her şey giderek kötüye gidiyor, yaratıcı cebinden ne kadar peygamber çıkarsa da bir türlü iflah olamıyoruz dünya halkı olarak. Bir de budistler dört büyük peygamberden birini pek sallamıyorlardı da şimdi tam emin olamadığımdan isim verip ortalığı bulandırmak istemem. Zaten konu da bu değil. Peygamber kotamızı doldurup buna rağmen bozulmaya devam edince iki elle doğrultamadığımız medeniyet daha da kötüye gidiyor, yeni bir çağ açılıyor, içinde bulunduğumuz Demir Çağı. Hani Nazan Öncel'in şarkısı var ya Demirden Leblebi, onun gibi bir çağ. İnsanlar her gün onlarca felaket olurken hissizleşiyorlar, her gün onlarca işkence, tecavüz, katliam... Hissizleşmeseler bile artık yetişmeleri mümkün değil, sonsuz bir kaos. Günahlar katmerli artıyor ve bu çağın sonuna doğru bir kısım felakete sürüklenirken kendisini arındırmış bir kesim de bir sonraki çağa bonus bilet kazanıyor. Bir nevi eleme oluyor ve pek çok insan ölürken arınmış olanlarla yeni bir ara çağ başlıyor: Elmas Çağı. İşte bu çağ ile birlikte döngü başa geliyor. Diğer çağların aksine pastayı eşit bölmüyor bu çağ, sonlara doğru ve incecik bir payı var. 

Felakete sürüklenenler aynı döngüye kendilerini arındırana kadar tekrar tekrar devam ediyorlar. Tüm bu çağlar içinde karmasını ödeyenler ve bir seviyeye gelenler oldun sen belgesi alıp elmas çağa geçerken sınavdan çakan ruhlar dolap beygiri gibi tekrar tekrar ölüp diriliyorlar, ta ki o'na ulaşana dek.

Kimileri buna karma diyor, kimileri bakara suresi, kimileri reenkarnasyon. Maya takviminin bitişi de Elmas Çağı'n başlagıcı olarak değerlendiriliyor.

Dediğim gibi bu konuda ruhsal alem insanlarının yazdıklarını okumadım, bu eliminasyon işlemi için ise bu alemden biri 17 Ağustos için benzer bir ifade kullanmıştı. Onların toplu bir şekilde göçmesi gerekiyormuş, tam söylenenleri unuttum yine ne yazsam boş, şu var ki o konuşmaya tanık olurken deprem felaketinde yakınını kaybetmiş bir insan olmak istemezdim. Gururlanarak ruhların geçişlerine yardım etiklerini söylemeler falan, benim öyle bir yetim olmadığından olsa da lale gibi söylemeyeceğimden ötürü yorum yapmamayı tercih ettim. Bu alemin insanlarının en nefret ettiğim özellikleri de bu, farkındalık kelimesini alıp bir taraflarına sokma anahtarı olsa dakika düşünmem, karşındaki insan bir anda ve beklenmeyen bir felaketle tüm ailesini, annesini babasını evini yurdunu kaybetmiş, sen geçmiş karşısına bu da senin sınavın, sen güçlü olmasan başına gelmezdi bilmem ne diyorsun ya, herhangi bir kötü olay için de aynısı geçerli, 'sen bunun başına neden geldiğini biliyorsun', 'sen farkındasın' işte bu insanlar elimine olursa mesela ben çok memnun olacağım sevgili evren, ya da ben paralel olarak ayrılayım onlardan, ak göt kara göt geçitte belli olsun yoksa bir sonrakine meşe odunu ile girebilirim. Mümkünse bir kara deliğe düşsünler ve sonsuza dek aynı şeyleri karşı taraf olarak yaşasınlar ta ki sana ulaşana dek... 

Sonuçta yarın çoğu insanın sandığı gibi olmasa da bir şeyler olacak, bazıları bunu anlayacak bazıları etkilenmeyecek bile, günlük hayatın düzeni ahım şahım değişmeyecek. Belki benim için hep kötü bir tarih olmuş 21 Aralık gününün içini temizleyecek, biz hala hayatta olacağız ama duygularımız, algılarımız değişecek. 

Bir ihtimal günlerdir tarih yazmaktan yorulmuş, tükenmiş, ailesine vakit ayıramamış ve işi durdurmuş mayalar yukarıdan bakıp amma ciddiye aldılar ya ahaha diye gülecekler, meğer maya bütçesini spora kaydırmışlar tam da o esnada? Bir sürü olasılık.

Bir ihtimal daha var, o da ölmek mi dersin kedicik?


5 Aralık 2012 Çarşamba

Dave Brubeck "5 dakika ara" verdi

Bugün ünlü caz müzisyeni Dave Brubeck rutin kardiyoloji kontrolüne giderken kalp krizi geçirerek hayatını kaybetti. Eğer bir gün daha yaşasaydı yarın doğumgünüydü ve 91 yıl yaşadı yerine 92 yıl yaşadı denilecekti, altı kalsın. Yazının başlığı boyalı basın magazin eki başlığı gibi oldu, kendimden utandım ama aklıma daha iyi bir şey gelmiyor.

İsim olarak birçok kişi için hiçbir şey ifade etmeyecek olan Brubeck'in eserlerini aslında çok kişi biliyor, özellikle Take Five ve Blue Rondo A La Turk defalarca 1960'lı yılların türk filmlerinde kullanıldı. Bir dönem Türkiye görüp 9/8 7/8 takılayım diyen bu dedemiz aynı zamanda iyi bir aile babasıydı. Altı çocuğunun dördü kendisi gibi müzisyen olup konserlerine çıktılar, bugün hayata veda etti ama sanki çok güzel yaşadı be!

Cazcıların istiklal marşı olarak bilinen Take Five'ı neredeyse rahmetli dedem bile yorumladı. Öyle ki sitar ile yorumlanacağı hiç aklıma gelmezdi:



 Dave dedemiz çok yakın bir zamana kadar konserler vermeye devam ediyordu, 2009 Montreal Caz Festivalinden çellist oğlu Matt Bruneck ile Take Five performansı:



Bildiniz, değil mi?

Bir de aynı üne sahip Blue Rondo A La Turk var, birtakım kişiler Dave Brubeck'in yer yer Mozart'tan "arakla"dığını o kadar çok iddia ettiler ki, adamcağız Mozart'ın Rondo Alla Turca'sına blues'lu cazlı gönderme yaptığına bin pişman oldu. Hoş Rondo deyince benim aklıma hala mavi paketli Rondo bisküvi geliyor, ta 1959'da nereden bilsin bisküvi yapacaklar ve benim gibi bir manyak çıkıp Arşimed'in evreka! dediği gibi bisküvi! diyecek. Elbette buradaki rondo ana melodinin tekrar edilmesi anlamına gelen bir müzik terimi.

Bu çok keyifli parçayı bol bol Cazırtı'da çaldım, insanların haleti ruhiyesini bu kadar güzel değiştiren kaç parça vardır?



Şuraya böyle Orhan Günşıray'lı Fatma Girik'li bir filmin arka fonunda yer alırken de koymak isterdim ama videoyu şuradan başlat seçeneğini bilmediğim için yapamadım. Gelsin 9/8'ler gitsin 7/8'ler diyen bir müzisyendi Brubeck.

Ölümüne üzüldüm ama daha önemlisi iyi ki vardı! 

30 Kasım 2012 Cuma

Behzat Ç. 78. Bölüm Değerlendirmesi

Çok sevdiğim Behzat Ç. dizisinin 78. bölümü pek çok açıdan büyük bir başarıya imza atmış bir bölüm. Tüm bölümün tek mekanda geçmesine rağmen akıcılığını kaybetmemesi bile tek başına büyük başarı.

Ben burada rahatsızlık duyduğum başka bir konuya değineceğim. Hatta eskiden izlediğimiz origami programları gibi burada yazılmışı var diyerek üzerinden gideceğim. Şimdi paylaşacağım yazının yazarı bölümde bana da rahatsızlık veren kısımları çok güzel dile getirmiş. Ara ara yazıyı böleceğim.

"78. bölüm cesur ve çok özel bir bölümdü, tek mekan içinde bu kadar uzun bir bölümü başarıyla kotarmak çok zor iş, emeği geçen herkese tebrikler, beğendik ettik vesaire. Ama bu bölümden, herhangi bir dramatik zaman öldürgecinden fazlasını çıkaracaksak, bence üzerinde düşünmemiz gereken iki önemli konu var: Birincisi, Eda'nın gönderilmesi, ikincisi de Hayalet'in ergenliğindeki tacizi, bunu anlatırkenki neşesi ve diğerlerinden aldığı tepkiler.
 

Behzat Ç. senaristlerinin kadın sorunu hakkında sabıkası yok değil ("menopoz teyze" hakaretini hatırlayalım) ama bu iki konuda bana kalırsa izleyiciyi dürtükleme amacı vardı (Eda'nın "cinsiyetçilik yapmayın amirim" çıkışı ve Hayalet'in "yok la daha çok utansın diye yaptım" demesi, senaristlerin tablonun farkında olduklarının göstergesi). Biz de "memişleri nondik nondik elledim dedi ya la ahaha" ile, "of ne muhabbet döndü şu ortamda be" ile kalmayalım, dürtüklenelim, huysuzlanalım biraz öyleyse."

Hayalet'in tacizi anlatırken gözlerinin parıltısının aşık olduğu, hoşlandığı kadını anlatırken bile bu kadar güçlü olmadığını görüyoruz bu sahnelerde. Yok azizim, Hayalet'in gözleri 77 bölüm boyunca ne olursa olsun böyle parlamadı! Ilgın'ın aşkı bile parlatmadı gözlerini öyle. Bu toplumda bir erkek taciz ettiği kız yerine aşık olduğu kadını bu şekilde anlattığında bir şeyler değişecek...

"Eda'nın kalma ısrarına rağmen gönderilmesi hakikaten ağır öküzlük, ağır rezillik, çok büyük kabalıktı. Ama gözümüzde o iç dökme sahnelerini Edalı canlandırmaya çalıştığımızda bunun bu beş cahil erkek için mecburiyetini de anlayabiliyoruz. Öncelikle, kimsenin Eda ile hayatı diğerleriyle olduğu kadar ortaklaştırmışlığı yok. Yani arada büyük bir samimiyet, güven, müşterek tarih farkı var. Eda hiçbirinin (Harun'un bile) o kadar yakın dostu değil. Bu anlaşılabilir olsa da o kadar öküzce gönderilmesine yetmeyecek bir gerekçe. Daha önemli, daha düşünmeye değer gerekçe şu bence: Akbaba da, Behzat da bir kadın arkadaşlarının yanında o kadar açılabilecek, duygusallaşabilecek, ağlayabilecek, göz yaşı dökebilecek insanlar değil. Neden peki? Yani bir erkeğin yanında dökülüp saçılmakla, bir kadının yanında dökülüp saçılmak arasındaki fark tam olarak nereden geliyor? Mesela "erkek adam ağlamaz" saçmalığı burada da etkin, ama yeterli değil, çünkü pekala ağlıyor. Ama bunu bir kadın arkadaşının önünde yapamayacak bir karakter. Akbaba bunu çok iyi biliyor, "Eda sen varken olmaz, benim hatırım için nolur git" diyor. Aslında erkekler de ağlıyor, yerlerde sürünüyor ama bu sır erkekler arasında kalmalı gibi bir düşünce mi var? Yani erkek, işgal ettiği toplumsal konumun sınırlarını aslında pekala delebiliyor, ama bunu yaptığına bir kadının tanık olmaması mı gerekiyor? Erkeklik, asıl o zaman, bir kadının tanıklığıyla mı deliniyor? Nasıl açıklayabiliriz bunu bilmiyorum, ama her açıklamanın ataerkil toplumsal cinsiyet biçimlendirmelerine çıkması kaçınılmaz görünüyor."


Dikkat! Burası çok önemli:
 

"Küfür meselesi var bir de Eda'nın gönderilmesinde. Aslında o küfürbaz öküzler, kadınlığı aşağılayan o iğrenç küfürleri her ettiklerinde "kusura bakma Eda" diyerek bir bakıma suçlarını itiraf ediyorlar. Behzat, "ebesini sikerim" dediğinde Harun'dan niye özür dilemiyor? Niye 'Akbabacım kusura bakma,' demiyor da, Eda'ya diyor? Çünkü sezgisel düzeyde, birinin "ebesini sikmenin" bir tehdit olarak kullanılmasında, sikenin, sikilene üstünlüğü göndermesi yapıldığının herkes farkında. arkadaş, benim ebemle sevişin, ikiniz de boşalın, sonra sarılıp huzurla uykuya dalın, ne güzel lan işte? Bunu tehdit haline getiren, bir saldırı unsuru yapan şey, tam olarak Harun'dan değil de Eda'dan özür dilenmesinin sebebini oluşturuyor. Ortada bir cinsel münasebet varsa, "sikenin" "sikilen" üzerinde kurduğu bir iktidar varsayılıyor, kadının sevişmedeki rolü, cezasını çeken bir mahkumun rolüne dönüştürülüyor. Eda'dan dilenen her küfür özrü, bunu aslında çok da bilinçli olmasa da açığa vuruyor. "Edacım kusura bakma, birbirimizle yine kadınlığı aşağılayan, erkekliği yücelten, cinselliği tabulaştıran varsayımlar üzerinden iletişim kurduk," deniyor. Unutmayalım, hiçbirimizi leylekler getirmedi, ezici çoğunluğumuz bir erkeğin bir kadının "amına koymasıyla" dünyaya geldik.Bu karşılıklı bir zevk etkinliği olmalı arkadaş, bir tehdit, saldırı, fetih unsuru değil."


İtiraf ediyorum, şimdi gelecek Akbaba'nın orospu çocuğu dediği kısım benim dikkatimi çok çekmedi, dizideki küfürlü konuşmalara kulağımız alıştığı için benim için arada erimiş gitmiş. 

Ek: Bipli izlediğim için fark etmemişim, bipsizini izlerken aklıma geldi.

"Ve yahu, Akbaba'nın, sevgilisinin bedenini pazarlayan adam için "orospu çocuğu" demesi kadar ironik, trajik bir şey olabilir mi? Adam pezevenk, senin sevgiline zorla "orospuluk" yaptırıyor, ama bunun üzerine senden duyduğu küfür hala orospu çocuğu oluyor. Durum o kadar vahim, tutarsız, saçmasapan ki, artık "e lafın gelişi" demek bana kalırsa kurtarmıyor çünkü laf yine kadınlığı aşağılayan, erkekliği yücelten, cinselliği tabulaştıran bir yerden geliyor. Yani o laf, yola oradan çıktı ve o laf hep oradan gelecek, anlatabildim mi? "Orospu çocuğu" olmayı kötü yapan şeyi bana tam olarak tarif etmeni rica etsem, oturur biraz daha ağlarsın lan Akbaba. Peki bunları kurtaracak başka bir savunma var mı? Akbaba samimiyetle "ya aga ben öyle demek istemedim, kastettiğim şey tabi ki o değil gerizekalı mıyım lan ben" diyebilir, bunu söylerken dürüst de olabilir mesela. Ama bu, ataerkil söylemin, pratik, gerçek, nedensel etkinliğini yanlışlayamıyor çünkü insanların eylemleri aslında çoğu kez çok derinlere kodlanmış bu tutarsız düşünce öbekleri tarafından yönetiliyor ve eylemlere yön veren bu öbekleri yaşatan, onlara can veren, nabızlarını daim kılan şeylerin önemli bir kısmı (tamamı?), tam da bu tür söylemler. Yani ataerkil söylem, yalnızca "bak gördün mü, Akbaba o adam orospu çocuğu derken, Behzat Ç. Eda'dan özür dilerken mantıksal tutarsızlığa düştü" gibi entelektüel bir akıl yürütmeye oyuncak değil, boşanan karısını bıçaklayan adamın, o bıçağı o etten içeri sokabilmesini sağlayan gerçek, maddi nedenlerden biri. O adam, böyle söylemler arasında büyüyor ve erkekliği yücelten, kadınlığı aşağılayan, cinselliği tabulaştıran o "mesajı" çok iyi alıyor. O mesaj, onun, hepimizin çok içlerine, iliklerine işliyor. Yani durum ciddi. sen ataerkil bir söylemi her telaffuz ettiğinde, o bıçağı o etten içeri sokan, o tokadı patlatan, cahil cühela ebeveynlere yalnızca maddi kaynakların değil, ilgi, sevgi, şefkat ve saygının aslan payını erkek kardeşe verdiren o ideolojik formasyonu yeniden üretiyor, ona kan veriyorsun.
 

Toparlayacak olursam, Eda'dan ileriki bölümlerde sert ve sarsıcı bir tepki bekliyorum bu cehalet ve ağır öküzlük için. Hadi kız, görelim seni.
 

İkinci düşünülmesi gereken, bence, Hayalet'in ergenliğindeki taciz hikayesi ve belki de ondan çok, ne Behzat'ta, ne Harun'da, ne Akbaba'nın kendisinde, ne de sözlük yazarlarında "asdflkjşljş"dan öte bir tepki uyandırması. Senaristlerin, fazla saf değilsem, aslında burada aynaya bakıp hesaplaşmamızı talep ettiğini düşünüyorum. O kısmı birebir hatırlatayım:

"Behzat: İlk ellediğin memeyi hatırlamıyon sen, öyle mi?
 

Hayalet: Hatırlıyom hatırlıyom da, öyle boştan, saçma bişey. Sonra şeyaparım abi, başka bi zaman ben sana anlatırım onu ya. 

Behzat: Yok lan anlatma zaten ne anlatıcan bana, anılara saygısızlık olur, olur mu öyle şey.

Hayalet: Ya yok abi anısı manısı da yok abi ya, şey, komşunun kızı... ergen dönemimiz işte. Bunun şeyleri, memişleri çıkıyo, utanıyo salak, kenara köşelere saklanıyo falan. Ben de gel kız buraya dedim, elledim, memelerini.

Harun: Utanmana gerek yok manasında mı?

Hayalet: Yok la daha fazla utansın diye. Zaten utanmış, eve gitmiş ağlamış mağlamış annesine. Annesi de bunu sopalıyo noldu diyo, işte diyo benim memeleri elledi diyo nondik nondik diyo, diyo ki işte ben hamile kalır mıyım diyo tamam mı [hayalet güler. harun da güler]. Annesi bunu dövüyo, babası mabası geliyo neyse, olay büyüyo da bunlar kalktılar bizim eve geldiler, bisürü kavga mavga, oo fena yani.

Behzat: İyiymiş la hikaye."


Ben bu kısımda buhranlar geçirmeye başlıyorum, Hayalet karakterinin büyüdüğü semt, oradaki insanların yapıları, bu insanların cinselliğe bakış acıları, kızın ne hale geldiği, belki de sonsuza dek içe kapandığı geliyor aklıma. Anlattığı olayın travma dozu arttıkça ağzıma bir yastık dayayıp nefes almam durana kadar boğuyorlar sanki. Aileler girmiş araya, kız hem tacize uğramış hem dayak yemiş, olay büyümüş, duymayan kalmamış.... Ay ay ay! diye çığlık atmak istiyorum. Uğradığım hayal kırıklığı, duyduğum rahatsızlık o kadar büyük ki kendimi rakıya, şaraba vurasım geliyor.

İstiyorum ki olmasın sonumuz böyle, diken üzerinde farklı bir kod arıyorum. Behzat'ın 'Hee iyiymiş' demesi ile ben eriyip tükeniyorum. Paralel bir evrende uyanmak ve o mekanda bulunanlardan en az birinden durumun yanlışlığına dair bir kelam çıktığını duymak istiyorum. Bir Akbaba dönsün Hayalet'e 'Sen de bunu sırıta sırıta marifet gibi anlatıyon' desin mesela.Yalnız değilim.

Soruyorum in memory'ye: Tepki gelsin diye mi böyle yazdılar?


۞ Evet olabilirdi sanırım, ama yazarlar en azından solun kıyısından köşesinden geçtiğini tahmin ettiğim insanlar. Behzat'ın o türden bir yorumunu sahiplenebileceklerini, seyirciye "iyi hikayeymiş hakkaten" dedirtmek amacıyla yazdıklarını sanmıyorum. Seyirciye bu kadar özdeşleştikleri insanların aslında ne düzeye inebileceklerini hatırlatma amacı güttüklerine inanmak istiyorum. Ama öyle bir etkinin yakınından bile geçmediğini üzülerek farkettim ekşi'de okuduğum yorumlarda. Burada tabi seyirciye "Yahu senaristin demek istediğini anlamamışsınız bile" diye tepeden bakmak da tehlikeli, çünkü tek yapabildiğimiz dışarıdan niyet okumak. Ama elimizde en azından üzerinde özgürce konuşabileceğimiz bir kurgusal malzeme var, ve bence o malzeme bir eleştiri için iyi, işlevli bir malzemeydi, bölümü bu yüzden beğendim ben. Ama İşler Güçler ve Behzat Ç. gibi erkek dizilerinin başından beri takipçisi ve hayranı olduğumu da itiraf edeyim, belki de konduramıyorumdur sadece bunu senaristlere.


Orada belki de Akbaba'nın kendi sevgilisinin yaşadıklarından yola çıkan olumsuz bir yorumu, Behzat'ın hemen ardından Hayalet'e dönüp "He, iyiymiş. sen de sırıta sırıta marifet gibi anlatıyon bunu he mi?" falan gibi bişey söylemesi, yalnızca Hayalet'le değil Behzat'la da gerilmesi, aralarındaki o "aman abi gözünün yağını yiyeyim" hiyerarşisinin sarsılması, bu konuda Behzat'ın da gıkını çıkaramayacak olması vs belki de daha vurucu olabilirdi. Ben olsam sanırım öyle bir şey yazardım. ama diğer yandan, tüm dizinin senaryosu baştan sona bana kalsa, didaktik bi belgesele dönüp saçmasapan bişey de olabilirdi. Ama bu haliyle kalınca beş öküz öküzlükleriyle kaldılar, seyirci de "iyi hikaye" yorumunu sahiplendi hakikaten. benim de kafam karışık.

Yazısına geri dönüyorum:

"Hee, iyiymiş amirim, iyiymiş. yahu malum ataerkil kodlamalar yüzünden kendi bedenindeki değişimden utanan, bunun için "salaklıkla" suçlanan bir gencin ilk "cinsel deneyimini" ailesinden şiddet görmeye, bilgisizlikten kaynaklanan hamilelik korkularına, neredeyse adli bir vakaya kadar uzanan travmatik bir tacizle yaşamasından bahsediyoruz. Hayalet pişmiş kelle gibi sırıtıyor, Harun'un suratında o her zamanki ebleh tebessüm beliriyor, Behzat Ç. pek beğeniyor. Hiçbiri de demiyor ki, 'lan yavşak, o genç kızın büyük olasılıkla ruhsal yapısının içine sıçtın, muhtemelen artık bedeninden daha da utanmasına, maruz kaldığı taciz yüzünden bile kendisini suçlamasına, ailesinin üzerindeki baskıyı arttırmasına yol açtın, bundan sonra karşılıklı rızaya, saygıya ve özgürce zevk alıp vermeye dayalı bir cinsel hayat için tüm bunlarla hesaplaşmasını, bunları yenmesini, kendisiyle mücadele vermesini zorunlu kıldın, afferin sana iyi bok yedin bi de geçmiş karşımıza ağzı kulaklarında anlatıyosun.' Mesele Hayalet'i yargılamak, asmak kesmek değil, hepimiz o yaşlarda türlü cahillikler yaptık, ama tacizin bu kadar normalleşmesini, insanların tüylerini ürpertmesinden ziyade kahkaha konusu olabilmesini, kah hüzünlendiren, kah neşelendirendeki neşe unsuru olarak görülmesini, Akbaba'nın yürek parçalayan hikayesinin ortasında ortamı yumuştan geyik malzemesi görevini üstlenebilmesini sorgulamamız, bunun üzerine gitmemiz lazım.

Özetle: Bu beş erkeğin, Eda'yı oradan göndermek zorunda olmasıyla, bu iç burkan taciz hikayesini geniş mideler ve tebessümlerle karşılayabilmesi arasında çok gerçek, elle tutulur bir bağ var. Bu bağı küçümsememeli, kadın cinayetlerinin, taciz ve tecavüzlerin, homofobik saldırganlığın gemi azıya aldığı bu topraklarda bu bağ konusunda özellikle çok uyanık olmalıyız. Bölümü beğendik, keyifle izledik de, senaristlerin kör göze parmak sokmadığı bu meseleleri ciddiye almak, karakterlerle kurulan özdeşleşmelerin ötesine geçebilmek de bence aldığımız keyfin karşılığıydı, en azından bir kısmını hep beraber ödeyelim istedim."

 in memory of botvinnik 

۞ Ben hala Hayalet'in "Yok la daha da utansın diye yaptım" cümlesinin senaristlerin bize verdiği bir ipucu olduğunu düşünüyorum. Yani oturup da o solcu çocuğun (serbes değil, öbürü, uzun saçlı) bilgisayar başında bu diyaloğu yavaş yavaş yazarken öyle bi cümleyi "oo geyiğe bak hacı bunun ekşide iyi gideri var" falan gibi yazmasını canlandıramıyorum kafamda. Ama Akbaba'nın gık çıkarmamasındaki abukluğa katılıyorum tamamen. Ama ne bileyim, o da öyle bi öküz işte. psikopatın, manyağın teki hatta. hatta yazık şimdi acıdım adama. 

Ben ise öyle düşünemiyorum, ekşi veya herhangi bir sözlüğü düşünerek yazıldığını zinhar düşünmüyorum gerçi, bir yandan artık çoğunluk olmuş sözlük yazar güruhunun genel tepkisi benim için belirleyici değil.

Senaristin hepimize bir açıklama borçlu olduğunu düşünüyorum. Önümüzdeki bölümler bize gösterecek.

finish özel tuz -2 kiloluk-

Finish'in özendire özendire sunduğu ürünü. Açıkçası bir kiloluğunun fiyatını hatırlamıyorum, hep kampanyalı ve bir şeylerin içinde geldi tuzlar. Bu nedenle ürünü ekonomik olarak karşılaştıramayacağım.

Gelin görün ki sırf on kuruş kar edeceğim ikili paket yerine iki kilo tuzu tek pakete doldurmak benim hiç tasvip ettiğim bir şey değil. neden? Bir kere bir kiloluk tuzu bulaşık makinenize tamamen doldurabiliyor sonrasında boş kutuyu geri dönüşüme atabiliyorsunuz. En azından ben öyle yapıyorum.

Sonra makinenize tuz eklerkentuzlar bir süre sonra taşmıyor, bir kilo ideal ölçü, iki değil. Bir süre sonra taşmaya başlıyor ve dizilerdeki çok şaşıran karakterin çay dökerken dalıp taşırması gibi bir sahneyi siz bulaşık makineniz ve tuz kutusu ile yaşıyorsunuz.

 İşiniz bitince kutuyu atamadığınız gibi makineye boşaltırken açtığınız kısım nedeniyle kutusu devrilirse tuz saçılabilir, herhangi bir yere koyamazsınız, hatta karton kutunun tasarımı nedeni ile diğer bulaşık deterjanı gibi ürünlerin yanında ya dev kalır ya da onlara ayırdığınız bölüme sığmaz. Halbuki kartonu sanki iki tane bir kiloluk paket yan yana duruyormuş gibi tasarlasalar, üşenmeseler bunlar olmayacak.

Şu hali ile kaç gündür tezgahta duruyor, mutfaktaki tüm trafiği alt üst etmiş durumda. Nereye koyacağımı bilemiyorum.

Neden bunu seçtim derseniz, çünkü bir kiloluk bir marketing stratejisi olarak sadece üçlü paketlerde vardı, onlardan da evde istemediğim kadar mevcut.

Berte Tüketici Hattı gururla sundu.

23 Kasım 2012 Cuma

Neden THY değil? Çift Soyadı Rezaleti

http://bianet.org/bianet/ayrimcilik/142318-thy-ailesinde-cift-soyadina-izin-yok

Neden THY ile uçmamayı seçeceğinizi gösteren şaka gibi bir haber. Neymiş efendim çift soyadı kullanan evli kadınlar THY'nin "aile" indiriminden yararlanamayacakmış. Yani aslında yararlanabilirmiş de, evlilik cüzdanını gösterecekmiş, üzerine rezervasyonu ve bilet alımını sadece eşinin soyadını kullanarak yaparsa caizmiş. Ne o öyle hem evliymiş hem de bekarlık soyadına veda etmemiş, ne kadar da ayıpmış, olur mu öyle şeymiş... THY aklını peynir ekmekle yemiş, acaba aile salonu da var mıymış? Mümkünse ben orada olmak istemiyorum.

Kemalist Kişilik Bozukluğunda Anarşik Etyoloji

Tüm dünya gibi elbette ki Vendetta da Türk'tü! Şu maskelerin benzerliğine bakın, o bıyıklar, o kaşlar... nassıl da aynı yani bu kadar olmaz! Pes doğrusu resmen vendetta Türk işte, daha ne istiyorsunuz? Kanıtsa kanıt! 

http://www.turksolu.org/384/basyazi384.htm

Eski Türkler de maske takardı...

Cumartesi Anneleri 400. haftalarında


Hiçbir çığlık bir annenin sessizliği kadar güçlü değildir.
Yarın siz de yanlarında olun, destek olun.

2 Kasım 2012 Cuma

ÖLÜM SANAT VE MEKÂN III SEMPOZYUMU

Her ne kadar Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi (bir alışamadım bu isme) hala bir enkaz halinde olsa da oditoryumda yapılacağı iddia edilen misler gibi sempozyum. Dört gün boyunca çeşitli belgeseller, filmler, farklı ekollerden değişik bakış açıları yer alacak, güzel olacak. Ölümün sanatı nasıl yakamozladığını izleyeceğiz. Duyalım duyuralım.
ÖLÜM SANAT VE MEKÂN III SEMPOZYUMU
5-7 KASIM 2012

Deniz Yolaç ve kaybettiğimiz bütün diğer öğrencilerimizin aziz hatıralarına...

SUNUŞ

Ölüm bilinci şüphesiz tarih boyunca kültür ve sanat yaratmasında insanoğlunu tetikleyen etkenlerin başında gelmiştir. Zygmunt Bauman kültürü “insanların farkında oldukları şeyi unutturmaya yönelik incelikli, karşı-anımsatıcı teknik bir aygıt” olarak tanımlarken, kaynağını ölüm bilincine ve ölüm gerçeğini unutma gereksinimine bağlar.  Ölü gömme ritüelleri, mezar ve mezarlıkların ortaya çıkışı tarihöncesi uzmanları tarafından insanlık eşiğinden geçmenin önkoşulu olarak kabul edilir. Ölüm kavramı, insanı hayatın geçiciliği karşısında kalıcı bir şeyler yaratma konusunda uyarmış ve sanat yapıtının doğuşuna zemin hazırlayarak başta plastik sanatlar, edebiyat ve müzik gibi alanlarda olmak üzere sanat yaratımının bütün dallarında estetik yönden en etkileyici yapıtların oluşmasına aracı olmuştur. Öte yandan ölüm gerçekleştiğinde, ölüyü dini inançlar çerçevesinde öte dünyaya hazırlama ve aynı zamanda geride kalanların ölüm acısını hafifletme çabalarının sonucu olarak ortaya çıkan mezar anıtları da, gene ölüm ve yaratma arasındaki ilişkinin somut kanıtlarını oluşturur.  
“Ölüm Sanat ve Mekân III Sempozyumu'nun amacı, ölüm kavramının gerek birey ve toplumun yaşamındaki, gerekse sanat yaratımındaki yeri ve önemini felsefe, toplum bilimleri ve çeşitli sanat dalları üzerinden irdeleyerek bir kez daha vurgulamak.  
  

Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Fındıklı Kampüsü
Video Konferans Salonu [5 Kasım 2012]
Sedad Hakkı Eldem Oditoryumu [6-7 Kasım 2012]
Yrd.Doç.Dr. Gevher Gökçe Acar'ın Ölüm Sanat ve Mekân seçmeli dersi kapsamında düzenlenmektedir.





5 KASIM 2012 PAZARTESİ
Video Konferans Salonu

11:00- 11:15            Açılış       

Oturum Başkanı        Şebnem Uzunarslan

11:15-11:45             Levent Şentürk                  Demirbaş Dolabından Dönme Dolaba: İktidar, Bellek ve Ölüm Katmanları Arasında
11:45-12:15             Nurullah Ulutaş                  Felsefî Bir Gerekçeyle Ölümü Estetize Etme Sanatı: Roman ve İntihar
12:15-12:45             Fatih Danacı                      Korku Sinemasında Yeniden Dirilme Konsepti
12:45-13:00             Tartışma

13:00-14:00             Öğle arası

14:00-14:30             Gevher Gökçe Acar            Orta Asya'dan İstanbul'a Şamanizm'den İslâm'a Türklerde Ölümün Değişen ve Değişmeyen Yüzü
14:30-15:15             Belgesel Film Gösterimi      Tibet’in Ölüler Kitabı
                                   

6 KASIM 2012 SALI

Sedad Hakkı Eldem Oditoryumu

Oturum Başkanı        Güzin Kaya

11:00-11.30             Barış Özgen Şensoy           Freud’da Ölüm ve Sanat: İmkânlar, Sınırlar ve Metodoloji    
11:30-12:00             Erdem Ceylan                   Toten-Bau-haus: Bauhaus’ta Ölüm
12:00-12:30             Kerem Özel                       Şehitlik Tasarımında İnsani Boyut: Muammer Onat Karaoğlanoğlu Şehitliği          
12:30-13:00             Zeynep Sayın                    Çin’den Bizans’a Ölüm
13:00-13:15             Tartışma

13:15-14:15             Öğle arası

Oturum Başkanı        Oğuz Özer

14:15-14:45             Melih Başaran                   Maurice Blanchot’nun Yaşam-Ölümöyküsel (Bio-thanatographique) Metni: Ölüm Anım
14:45-15:15             Ahmet Erözenci                 Edebiyatta Ölüm-Bir Kişisel Yaklaşım
15:15-15:45             Buket Akgün                      Karanlık Ana Tanrıça’nın Soyundan Gelmek: Edebiyat ve Sanatta Cadılar ve Ölüm
15:45-16:00             Tartışma

16:00-16:15             Kahve arası

16:15-16:45             Film Gösterimi                   Annabel Lee   Animatör  George Higham 
                                                                          Kostnice [Kemiklik] Yönetmen Jan Švankmajer


7 KASIM 2012 ÇARŞAMBA

Sedad Hakkı Eldem Oditoryumu

Oturum Başkanı        Şükrü Aslan

10:30-11:00             Tuna Erdem                      Sinema ve Televizyon Dizilerinde Nekrofili
11:00-11:30             Ercan Kesal                      “Bir Zamanlar Anadolu’da” Filminin Senaryo Yazım Sürecinde “Ölüm”  Üzerine  Okumalar
11:30-12:00             Can Denizci                       Franz Schubert’in ‘Kış Yolculuğu’ Şarkı Dizisinde Simgesel Ev Olgusu: Yolculuk ve Ölüm Eğretilemeleri
12:00-12-15             Tartışma 

12:15-13:30             Öğle arası

Oturum Başkanı        Aykut Köksal

13:30-14:00             Haluk Çetinkaya                 Antik Dünyada Ölüm Algısı ve Sanattaki Yansıması
14:00-14:30             Filiz Özer                            Ata Kültünün Antik Roma Sanatına Etkisi
14:30-15:00             Eva Aleksandru Şarlak        Şişli Hristiyan Mezarlıklarında Üslup Çeşitliliği
15:00-15:15             Tartışma

15:15-15:30             Kahve arası

15:30-16:00             Yusuf Benli                        Ozanların Dilinden: Halk Şiirinde Ölüm
16:00-17:00             Ağıt icraları                       Yusuf Benli, Kumru Dilber, Makbule Oral

31 Ekim 2012 Çarşamba

açlık grevinin 51. günü

"ölüm orucu şantaj değildir."mesele o kadar önemli ki,dikkat çekmek ve çözüme zorlamak için ağrılı ve yavaş bir ölümü göze alıyorum" demektir"

https://twitter.com/hhiyel/status/263410198515970048

Açlık grevinde 40 ila 60 gün arası kalıcı hafıza kaybı gibi artık geri dönüşü olmayan sağlık sorunlarının kendini gösterdiği en riskli dönem. Bu demek oluyor ki ölümlerin başlaması yakındır. Ve hala sırf açlık grevi yapan insanların talepleri nedeniyle "gebersin köpekler!" diyen bir sürü "insan" var. Grev yapanların yemeklerinin devletten çıktığını zanneden var. 'Daha iyi devlete kalır, hıh!' Ben bu tepkiler için vicdansızlık bile diyemiyorum ya. Sebebini beğenmediği için yüzlerce insanın canını hiçe saymak...

"açlık grevi, tam da bu yüzden, açlık grevini şantaj olarak yorumlayan vicdan yoksunu insanların vicdanına seslendiği için sıkıntılı işte.."

https://twitter.com/ayayolculuk/status/263414486134833152

Bu konuda naçizane beni değil de Ulus Baker'i okumanızı tercih ederim. Birikim'in 88. sayısında dönemin ölüm oruçlarını değerlendirdiği yazısı:

"ölüm orucu - notlar

bir gazetenin “sağlık” sütununda bugün “saç naklinde yeni bir yöntem”in tanıtıldığı, hemen yan sütunda “anne sütü gibisi yok” denilen şu dörtte bir sayfanın yukarısında, birkaç sütun halinde “ölüm orucu”ndan “kurtarılarak” tıbbın ellerine teslim edilen mahkûmların haberi yer alıyordu. oysa onlar, yalnızca bedenleriyle gerçekleştirdikleri bir eylemin sonunda orada bahsedilen “sağlık” denilen şeyden tümüyle vazgeçmiş, üstelik işkencenin ve ölüm orucunun derin yaralarını ve örselenmelerini hep taşıyacak bedenlerini bambaşka bir “sağlık” türüyle kutsamış bulunuyorlar. çok geçmeden bu bedenler, tıbbın yarım yamalak müdahalesi sonucu “iyileşti” etiketiyle taburcu edilecekler ve yeniden cezaevi duvarlarının ardına, ağır demir kapıların arkasına kapatılacaklar...

ölüm orucu olayı, aydın sorumluluğu denilen özel bir sorumsuzluk ve bencil uğraşı türünü bir kez daha turnusol testine tâbi tutuyor. orada, yine bir gazetenin sütunlarında, adalet bakanı tarafından yapılan yarı-çağrı, yarı-meydan okuma yüklü bir sözle ölüm orucundaki mahkûmlarla pazarlık etmeye davet edilen aydınlar, özellikle zülfü livaneli, yetmişli yıllarda fransa’da tutuklanan ve giscard hükümeti tarafından almanya’ya iadeleri gündeme getirilen baader meinhof tutuklularıyla görüşen sartre’a benzetildiler. ama sartre, bizim aydınlarımızdan farklı olarak, cezaevi koşullarından siyasal ya da değil tutuklulara karşı yapılan muameleye ilişkin inanılmaz bir güçle mücadele etmiş, iki hükümeti (fransız ve alman) dünyanın ve insanlığın önünde rezil etmişti.

“normal vatandaşlar kaybolsun!” ... diye bir polis anonsu. ankara’nın göbeğinde işitilebildi. “normal” olmayan vatandaşlar birkaç katman polis bandosunun ve su fışkırtmaya her an hazır panzerlerin arasında kuşatılmış olanlardı her halde. devletin arzusu, elbette onları bir an önce ortadan “kaybetmek” (özel bir yetenek gerektirmiyor bu) ve dağıtmaktı. ama ilk kez, “normal” denilen vatandaşlara yönelik bir polis anonsundan, insanların kentlerin en işlek meydanları ve caddeleri üzerinde “kaybolmak”, “toz olmak”, yani bir anda yitip gitmek zorunda olduklarını öğreniyoruz.
“bakmayın.” bir başka polis anonsu, tıpkı “kaybol!” komutu gibi, kulaklarda çınladı... “bakmayın!” “bakmak” ile “görmek” arasında insan türünün özel bir yeteneğinin eseri olan farkı hedef alıyordu bu komut... halbuki insanların, gerçekten, bakmadıkları bir şeyi farklı, sayısız gözlerle (arılar gibi) görebilme yeteneği vardır ve bunun önüne geçilemez...

müslümandı... adalet bakanı olmuştu... var olmayan, güçsüz bir ilkeler manzumesi şeklindeki iktisadî doktrinlerine adil düzen adını vermeye o da alışmıştı. deneyimli bir politikacı olarak işlerin asla öyle gitmeyeceğini bildiği halde, bazı terimler etrafında cemaatıyla uzlaşım içindeydi: değerler – oruç, zekât ekonomisi, fitne fücura karşı mücadele ve elbette adalet... işte bu en yoğun, en metaforik dinsel değerin bakanıydı artık. görev başına getirilir getirilmez, çok iyi tanıdığı ve değer verdiği bir olayla, dininin kurallarından (farz diyorlar) biri olan “oruç” ile karşılaştı... tek fark, orucun iftarla değil, ölümle sona eren özel bir türden oluşuydu... sorun şimdilik askıya alındıktan sonra, orucun nasıl bir bunalım yaratabileceğini herhalde bir an olsun düşünmüştür. inançların salt kendine ve ait olduğu cemaate ait güçler olduğunu hayal eden biri olarak iftarını kutluyoruz...

insan, harekete geçmeden önce sonsuz küçük bir an için bile olsa duraklayan, bekleyen tek varlık olarak tanımlanabilir. psikanalizci jacques lacan bu süreye “mantıksal zaman” adını veriyor. bu zamanın kısalığı brezilya’da devletin başına bir süre önce ciddi bir dert açmıştı. gerilla karşıtı devlet savaşı için yetiştirilmiş özel paramiliter birlikler (bizdeki özel tim filan gibi) savaş bittikten sonra emniyet güçleri arasına alındılar, kendi kurallarıyla çeteler halinde örgütlenmediler ve favela sokaklarında, teneke tıngırdatan yavru kedilere dahi anında ateş kusan silahlarına sarılır hale geldiler. hiçbir polisiye örgüt onların onlarca insanı nedensiz katletmesinin önüne geçemedi... derken, abd’nin psikolojik savaş uzmanlarının bir önerisi geldi: meditasyon eğitimi... bununla sözümona bu elemanlara ateş kusmadan önce birkaç saniye durup bekleme, düşünüp usavurma süresi sağlanacaktı... bundan daha uzun bir süre düşünmeyi artık asla başaramayacak kişiler olarak...

ölüm orucunda mahkûmun bedeni bir savaş alanına dönüşür. onun üzerinde her türden kuvvet birbiriyle mücadele etmektedir. işaretin, çağrının, beyanın bedenidir o. varlığın dokunabileceği, erişebileceği, gezip tozabileceği tek yüzey onun görüntüsü, var olabileceği tek derinlik onun iç organlarıdır. bu savaş ne bir örgüt, ne de devlet tarafından yürütülmektedir. dolaysızca cezaevinin mimarisi ile mahkûmun bedeni orada karşı karşıya gelirler, yüzleşirler. işte bu beden kendini eritiyor, cezaevinin bedeni için yok kılarak kazanıyordu savaşı... zülfü livaneli’nin “bu işten türkiye’nin kazançlı çıktığı” duyurusuna rağmen...

mahkûmların sınıflanması, “iç savaş” terimi kadar ideolojiktir. nasıl “iç savaş” fiziksel olarak insanları somut olarak yok eden bir güçler mücadelesi olarak savaştan başka, ötede bir şey değilse, cezaevine girildiği anda herkes sıfıra indirgenir. sonradan, gücünü elbette bu sıfırdan alacak, koğuşlarda kurulan cemaat düzenlerine rağmen herkes “birey” olarak karşı karşıya kalacaktır demir kapı ve ranzalarla. “adi” denilen suçlular “adi” değildirler. aynı aygıtla, aynı mekanizmayla, aynı işkenceyle karşı karşıya gelirler. ancak onların sesi pek tınlamaz, duyulmaz... çünkü o hepimiziz... hani şu konuşmayanlar...
cezaevi bizim, kamuoyunun, basının, aydının, hükümetin, devletin değil, orada en çıplak halleriyle yüzleşen güçlerin bir sorunudur. türkiye’nin bunca sorunu arasında “gereksiz”, “halledilebilir” bir fazlalık olarak değil (liberallerimiz bunu sık sık vurguluyorlar artık) kalıcı, evrensel ve kişisel bir sorun olarak çıkar karşımıza. biz, yani “potansiyel suçlu”lar onunla ömür boyu karşılaşmasak bile onunla ölçülürüz ve bizim özgürlüğümüzü tasarlayan odur.

nazım hikmet’in “bir gün fazla yaşamak” mısraı nedense ölüm orucuna karşı bir slogan haline geldi. bir anda etik, ama bir o kadar da politik bir sorunla karşı karşıya olduğumuz hissine kapıldık. kaldırılamayan, siyasetin en dar manevra alanını kullanan bir “aşırı” hareketin gündemi belirlemesiydi. oysa örnek insanın özel, toplumun kollektif işidir. ele alınması, kurgulanması, anlamlı kılınması gerekir. camus’nün sınırlandırdığı alanda dolaşmak yetmez. anlam ya ölümden önce, yani yaşamda, ya da ölümden sonra, devam eden yaşamda bulunur. kendi ölümünü anlamlı bir bütün ve bir eylem olarak örgütlemek, ölüm orucunun bize yalnızca hatırlattığı bir zorunluluktur. mümkün olan bütün yolları deneyerek ölmek gerekiyor...

bedensel ölümlere devlet katlanamadı, direnemedi... bu tarz ölüm, kendi dönüştürücü, eleştirel güçlerine sahipti ve onları, ölüm orucundan çekilip alınmış, şuurunu kaybetmiş mahkûm bedenleri üzerinde ışıldatmaya devam ediyor. bununla uzlaşması gereken öteki sorun ise ruhsal alanda hissediliyor. orada ışıldayandan yalnızca bir basın haberi, bir protesto, bir slogan değil, sorunun ta kendisine, ölümün ve insanların direnme gücünün beyanını türetmek... ama bu, sanat dediğimiz şeyden başkası değildir.

canlı varlık ölümü düşünemez. spinoza’dan öğrendiğimiz bu düşünce olgusal değil varoluşa ilişkindir. onun sayesinde ölüm oruçlarının ölüme değil, yaşama doğru gittiğini, yaşama ilişkin taleplere sahip olduğunu, onunla kenetlenip onu olumladığını öğreniyoruz. çünkü yaşam dirençtir. kendine bir süre biçmez, sonunu algılamaz, sona erdiğinde kendisi ortada bulunmaz..."


http://www.birikimdergisi.com/birikim/dergiyazi.aspx?did=1&dsid=82&dyid=2013&dergiyazi=%EF%BF%BDl%EF%BF%BDm+Orucu+-+Notlar#.UIeuZVgenxY.facebook

Bom bom bom bom Cum hu ri yet!

Dün cumhuriyetin 89. yılı, açlık grevinin ise 49. günüydü.

(Bu noktada Devlet Bahçeli olsak '40 yapar,' bile diyebilirdik, şükür ki değiliz, Mhp'nin 40. yılı da kutlu olalı epey olmuştur ve geceyarısını geçtiği için dün artık bugündür.)

"Cumhurbaşkanı'nın sabahki Anıtkabir Özel Defteri Mesajı:)): İnsan haklarında büyük mesafe aldık..."

https://twitter.com/GTahincioglu/status/262859764550221824

Günü Sözcü'nün dalga konusu olan manşeti ile açtım, bir yandan her yerde seyahat özgürlüğü kısıtlanmış vatandaşlar, günün ilerleyen ve gerileyen saatlerinde diğer yanda 'Seyahat özgürlüğü şimdi mi geldi aklınıza,' diyen sözde "sosyalistler".

Özetle çok trajikomik bir gündü. Özet geçilecek gibi de değil ya, onlarca link atmışım kenara. Bu linklerle değil de bir öykü ile başlamak istiyorum. 'Çok uzak diyarları anlatan bir ülke, bilmem tanıdık geldi mi?' diye klişe ve iğrenç bir giriş yapmayacağım. Zira bu tür okuyucuyu geri zekalı yerine koyan yazılardan yıllar boyu fazlasıyla hepimizin sıtkı sıyrıldı diye düşünüyorum, şükür ki yazı da bunu yapmıyor. Deniz Özturhan'dan geliyor:


Mükerrer Musibetler Ülkesi

Böyle zamanlarda, zamanın kendisi hakkında yazmak kolay değil. İllaki birinin hassasiyetine kışt demiş, öbürünün kanayan yarasını tuzlamış, berikinin asabını zorlamış oluyorsun. Öte yandan yazmamak da elde değil; zira hafta oldu içim kabardıkça kabarıyor. Ah vah etmekten de, görmezden gelemeye çalışmaktan da, kendi sefil gerçekliğimde mutlu olmaktan da, utanıyorum.

Sevdiğim insanları uzak, medeni memleketlerde yaşamaya ikna etmeye çalışırken buluyorum kendimi. Seve seve terk edeceğim seni cici ülkem, çünkü değişmeyen, kaba saba, dayakçı manita gibisin. Her gün şiddetinin dozu artıyor, hep kan sızıyor dudaklarımızdan.
 

Denecek şey o kadar basit ki, kimsenin dememesi en yorucusu.

"Doğru yönetilen ülkelerde terörden, depremden, trafik kazasından yüzlerce, binlerce insan, sürekli olarak ölmez."


Oysa Türkiye'de tüm musibetler mükerrer. Her acı bir sonrakinin provası, her ölüm mukadderat, her hata daha henüz yapılmışken, tekrara teşne...


Dünya siyaset tarihi, insanların mümkün olduğunca eşit ve doğru yönetilmesi için bin yıllardır muhtelif sistemler geliştiriyor. Misal çok uluslu, çok dilli, eşit olmayan maddi gelirli, geniş bir nüfusunuz varsa, federe bir devlet olmayı tercih edebiliyorsunuz. Kendi yasası olan eyaletleri, tek bir federal anayasa altında toplayıp, daha kolay çalışan bir sistem elde etmeye çalışıyorsunuz.


Bu sadece bir (sayıyla 1) yol üstelik; uygulanmaya açık, denenmesi muhtemel pek çok siyasi sistemden sadece bir tanesi.


Bilim temelde insanı daha rahat, daha uzun ömürlü kılmak için bin yıllardır muhtelif icatlarda bulunuyor. Mühendislik dalları geliştiriyor. Misal ülkenizin neredeyse tamamı deprem bölgesiyse, depreme dayanıklı bina inşa edebiliyorsunuz. Bunu yapacak teknoloji, ilim, insanlığa çok yabacı değil. yahut, ülkenizde ulaşım ekseriyetle kara yolları üstünden gerçekleşiyorsa, kazaları minimize edecek yollar, trafik kuralları, araçlar geliştiriyorsunuz.
 

Keza hukuk, icadından bu yana insanlığı daha adil, daha iyi yaşatmak için evrensel değerler geliştirmeye çalışıyor. Misal ülkenizde sıklıkla yapılan hatalar varsa, bu trafikte sorumsuzca araç kullanmak, dayanıksız bina inşa etmek ya da bir kısım azınlığın öyle bir hakkını yemek ki, bitmeyen husumetler çıkartmak olabilir pekala, o zaman o konuda önlemlerinizi arttırıyor, ceza sisteminizi, kontrol ekiplerinizi, kanunlarınızı yeniden değerlendiriyorsunuz. Suçluları yargılamakta olduğu kadar, hataları önlemede aynı oranda takipçi, ısrarcı oluyorsunuz.
 

Ya da ülke olarak "hiçbiri olmamayı" seçiyorsunuz.

21. yy'ın orta yerinde, halkınızı üniter devletin ne olduğunu bilmeden, olabilecek her türlü farklı siyasi sisteme karşı çıkacak şekilde eğitiyor, bir kısım halkın varlığını haksız buluyor, kavgalı olduğunuz ülkelerden silah alıp, o kısım halkın üzerine üzerine cenk ediyor ve bunu 30 sene boyunca yapmaktan, sonuç alamayıp gene yapmaktan, zerrece imtina etmiyorsunuz.
 

Yine 21.yy'ın orta yerinde, en pahalı benzin ve en yüksek vergili arabalarla doldurduğunuz kara yollarında, bir şekil her yıl yüzlerce kişinin ölmesine engel olmamayı, ne yola, ne araç kullanımına bir düzen getirmemeyi tercih ediyorsunuz. Her bayramınız ulusal felaket gibi geçiyor; milletin ülkesinde en büyük afette ölen insan sayısına denk insanı, hiç canınız sıkılmadan ebediyete yolculuyorsunuz.

Sktiğimin 21.yy'ı sanki bize hiç gelmiyor. Deprem kuşağında yaşıyor, ama çürük bina yapılmasına göz yummaya, daha da ibnecesi kamu binalarını bile çürük inşa etmeye devam ediyorsunuz.

İstanbul depremini beklerken, 16 milyon insanın yaşadığı bu kentte kaç binanın, kaç viyadüğün, hangi köprünün yıkılacağını kontrol etmeye gerek görmüyor, kente bir afet sistemi kurmuyor, insanları zorunlu olarak deprem konusunda eğitmeye tenezzül etmiyorsunuz.

Hayat tercihlerle dolu aslında. ölmek, ama her halükarda ölmek, kaçınılmaz değil.

Savaş ve terör, önlenemez, durdurulamaz, ikame edilemez değil.
Deprem korunulamaz, allah'ın emri, kulun rızası değil.
Trafik dünyanın pek çok ülkesinde artık sorun bile değil.

Yazının burasında sadece 1 an, şimdiye kadar düşünmüş olduklarını, üzülmüş, bunalmış, öğretilmiş ve ikrah etmiş olduklarını unut, yukarıdaki üç cümleyi mantra gibi tekrar et isterim sevgili okuyucu.

Her gün aynı hatanın tekrarını yaşamak kader değil.

Hepimize, "kimsenin kimseyi öldürmediği ve dahası nefretle ötekilemediği, kazaya ve felakete sadece seyirci kalınmayan bir ülke" diliyorum.


乇 Yazıyı sapan 24. 10. 2011 tarihinde paylaşmış, elimdeki tek link sapan'ın sadece yazıyı paylaşan linksiz linki olduğundan bu şekilde paylaştım. 

Bir sene önce bir dilekle bitiyor bu yazı, zaman geçiyor, bu sefer Yetvart Danzikyan'ın kaleminden iki satır dilek dökülüyor: " Toplumun kaderinin, birilerinin "iki dudağı" arasında olmadığı bir rejim özlemi ile bitirelim o zaman." Yetvart Danzikyan pek çok insanın hislerine de tercüman oluyor ki twitter üzerinde, daha doğrusu bol çeşnili "timeline"ımda en çok paylaşılan bu yazı:

http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalYazar&ArticleID=1105719&Yazar=YETVART-DANZIKYAN&CategoryID=98


Sonrasında Özgür Mumcu "Yaklaşan Tren Kazası" ile geliyor:

(Alıntılar Copy paste değil alın teri olduğundan burada yazıdan bir parça ekleyemiyorum, siz yazıya ilk 12 satırı -özenle saydım- eklemişim gibi devam edebilirsiniz.)

http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalYazar&ArticleID=1105728&CategoryID=98

Bunu es geçemeyiz işte, Sözcü gazetesi manşet:

http://www.haberler.com/sozcu-gazetesi/

"Anlayana!" Sabah sabah epey güldürdü, seneye aynı gazeteden "Anladın Sen" gibi çıkışlar bekliyorum.

Link güncel maşetlere gidiyor, sonradan aydım, manuel ekliyorum.)



"Beyler Yunanlılar 29 Ekim bizim Cumhuriyet bayramımız demeye başlamış! ANLAYANA! Böyle böyle kaybediyoruz değerlerimizi :(("

https://twitter.com/travisandtyler/status/262852651350368256

Komik bir tesadüf (müdür) ki Cüneyt Özdemir bir gün sonra "Anla(ma)yana böyle anlatırlar gülüm!" diye başlık atıyor yazısına:

http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalYazar&ArticleID=1105845&CategoryID=97

Ertesi gün yazılanların hiçbiri Yılmaz Özdil'inki kadar güldürmüyor kimseyi, Sözcü'ye gülüyorduk da tam bir anlayana yazısı geldi kendisinden, zira başlık, yazı, her şey sadece yedi kelime, rakamla 7, bakın kutsal sayı, meğer Yiğit Bulut haklıymış!

Yılmaz Özdil'in yazısının tamamı şöyle: "İstediğin kadar tazyikli su sık korkma sönmez."

Bitti. 

Baştan uyarayım, bu yazıya gülüyorsanız ve "anlamıyorsanız" hemen bir iq testi yaptırmanız gerekiyor...muş muş da muş muş. Bu yazıyı okuyan herkes İstiklal Marşı'nı şakımaya başlıyormuş, çok anlamlı bir yazıymış, aslında 7 kelime değilmiş. 7 güzeldi be. Ve bu yazıyı okuyup aşka gelip İstiklal Marşı'nı şakımaya başlayan sen/siz, işte sırf bu yüzden sizden bir cacık olmayacak ve düşüncelerinizi savunan yazarınızla, muhalefetinizle alay konusu olmaktan kurtulamayacaksınız. Anla(ya)mıyorsunuz, değil mi? Az çıkın yukarı fare ile, anla(ya)mayana anlatıyorlar gülüm! Korkma sönmez!

Rahat!

7 rakamı ise elbette bir tesadüf değil, dün olan bitenin Tapınak Şövalyeleri'nin işi olduğunu iddia eden Yiğit Bulut'un elbet buna da mantıklı, makul bir açıklaması vardır! Ulan kim bilir yine ne oyunlara geldik!

http://haber.stargazete.com/yazar/ertugrulun-tahrir-meydani-deneniyor/yazi-700111

Benim en fazla eskiden sözlüğe, şimdi blogusuma dalga geçmek, eğlenmek için yazacağım yazıları adamlar ciddi ciddi yazıyorlar ya la!

http://www.eksisozluk.com/show.asp?id=30755929

Neyse bu kadar eğlence yeter, birkaç ciddi yazı almışım, aslında 'şu şöyle dedi bu da böyle dedi' diyerek tarihe not düşer gibi yapmışım. Ayşe Hür cumhuriyet ilanının koşullarını anlatırken Can Dündar günün anlam ve önemine uygun bir yazı ile gelmiş.

Ayşe Hür

http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalYazar&ArticleID=1105642&CategoryID=97

Can Dündar

http://gundem.milliyet.com.tr/-bizim-en-kuvvetli-zamanimiz-bugun-/gundem/gundemyazardetay/29.10.2012/1618501/default.htm

İlhan İrem ise olan biten her şeye gözlerini, kulaklarını, duygularını kapatan ve sonra 'Biz terörist miyiz ayol? Niye bize biber gazı sıkıyorsunuz?' diyen izanı kıt insanların tüm yıl hiçbir şey yapmayıp bir gün "lay lay lay lom cumhuriyetimiz ay ne güzel hihihi" demelerine haklı olarak tepki koymuş: "Ama 364 gün susuyorsanız, 365.nci gün haketmediğiniz bayramları kutlamayın."

http://www.ulusalpost.com/haber/guncel/suskunlar-ulkesinde-cumhuriyet-bayrami--/5366.html

Olan biten her şeyden bahsetmiş İlhan irem yazısında, bu anlamda kapsamlı bir yazı olmuş, özetle yakın tarihimiz.

Biber gazı kısmına geldik, Türkiye dün en trajikomik sahnelerinden birini yaşadı. Polis "Cumhur"a cumhuriyet bayramını kutlatmamak için biber gazı sıkıyor. Cumhur bağırıyor: 'Biz Mustafa Kemal'in askerleriyiz! Polis cevap veriyor: 'Biz de!' Bu noktada insanın 'Öpüşün, barışın siz kardeşsiniz!' diye haykırası geliyor. Bu biber gazından herkes ama herkes nasipleniyor, Chp'liler alana giremiyor, barikatı aşamıyorlar, Tgb 'Mustafa Kemal'in öz askerleri biziz!' diyerek günü ve kutlamayı tekeline almaya çalışırken adeta bir üçüncü sınıf bir otobüs firması, bir kebapçı/pideci zihniyetini yakalıyor. Öz hakiki Urfa kebabı. Yandı gülüm keten helva!

""Mustafa Kemalin Askerleriyiz" sloganlarına "biz de" diye anonsla cevap verdi polis. Kucaklaşın artık, yürek dayanmayacak."

https://twitter.com/haykobagdat/status/262846919649402880 

"Barikati iterek degil kendine dogru cekerek alasagi eden amca... 10 numara bir insansin... Bu teknik uzun yillar hatirlanacak..."

https://twitter.com/ozdenerkus/status/262864949666258944 

" atatürk olmasaydı barikat aslında nasıl yıkılır onu da bilemeyecektik işte:)"

Alandaki alandakini istemiyor, hükümet hiçbirini istemiyor, havada biber gazları uçuşurken üzerine bir de tazyikli su ekleniyor. Tüm bunlar olurken Hürriyet meslek etiğini çatır çutur çiğniyor. Arşiv ve kolaj yazmazmasına rağmen kitleler coşku ile paylaşıyorlar İdris Naim Şahin'in helikopterle yaptığı durum değerlendirmesini.Bu ayıbın linkini de ekliyorum:

http://www.hurriyet.com.tr/gundem/21804591.asp

Basın dünyasına bakıştan başka bir enstantane:

"haber türk yayın yaparken vatandaşın biri gelip dilerim yardakçılık yapmak yerine yayınlarsınız bunları dedi:)"

https://twitter.com/mariadebonne/status/262873410135273472

Bu arada özellikle sakladığım bir tweet, barış kızı dememin nedeni arka fonda kullandığı görsel. Halbuki okuyan kitleyi bilsem böyle aptala anlatır gibi anlatmayacağım ya, neyse.

tgb'den bir barış kızı

https://twitter.com/zeyneponcel/status/262867873914044416

Bir günah keçisi bulunmalıydı ya, Tgb (genelinde de) Chp'yi suçluyor, sanki biber gazını Chp attı. halbuki Kemal Kılıçdaroğlu dahi, herkes gibi aslında, biber gazı ve tazyikli sudan nasibini alıyor.

http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1105756&CategoryID=78

"Kılıçdaroğlu, milletvekilleriyle beraber 2. Meclis’in önündeki barikatı aştı, polis kordonunu dağıttı. Kılıçdaroğlu'na burada biber gazı sıkıldı..."

Bu noktada gözlerimden yaş getiren bir tweet görüyorum (umarım o tweet'i bulacağımdır)(buldum, süre.. neyse, önemli olan bulmaktı):

""..Kilicdaroglu Ulus'a ulasti, barikatlari yararak gecti, polis gaz bombasi.." ha gayret AKP, Kilicdaroglu'dan bir Che Guevara yaratiyorsun"

https://twitter.com/DARKAPI/status/262863852054659072

Kılıçdaroğlu for Che Guavera!

Beni böyle güldüren bir de Domino's pizza ile ilgili bir cikcikleşme var:

https://twitter.com/radioheadbanger/status/262812878732656640

Bir yandan ülkemin solcuları bir kez daha ikiye bölündü dün, cumhuriyet sevenler/sevmeyenler. Olanları oh olsun diye izleyenler ikinci grupta yer alırken birinci grupta gayet insani tepkiler verenler vardı. Mevzu rejim değildi özetle ama ANLAYANA!

"'Cumhur'un kutlamasını engelle, Atatürk heykeli ve 1.Meclis'i polis kordonuna al, Anıtkabir'in yolu ve etrafı da mayınla döşendi mi tamamdır"

https://twitter.com/selinkuntzengin/status/262831003528204288

"Bu ülke polis devletidir dediğimizde bize öfke saçanlar ve şanlı polisimiz nidaları atanlar, şimdi dayak yiyorlar, hayat öğreticidir arkadaş"

https://twitter.com/AlperTurgut01/status/262867654501597185

(Bazıları oh olsuncu diye nitelendirmiş ama aslında alakası yok, bence.)

"Polisin 1. Meclis'in önüne barikat kurması ileride hep hatırlanacak çok sembolik bir fotoğraf."

https://twitter.com/ozgurmumcu/status/262850092405518336

Biber gazından kapasitesinin üzerinde şeyler beklendi, zihin açıcılık, empati gibi etkileri olmadığı bir kez daha görüldü.

"Simdi ben dogru mu anladim biber gazini hak etmemek icin daha once biber gazi yiyenle empati sarti mi getirdik???"
"sadece o olsa.. bir de biber gazından zihin açıcı, birleştirici bir etki bekleniyor, o daha fena bence."
" Oyle. Her sey sartli surtlu. 1930larin hesabini vermeden biber gazi yememe hakkini da savunamiyor chpliler mesela ;)"
https://twitter.com/BeatrixKiddooo/status/262879334593863680

(Bu arada bu tweet'leri linkleri ile vereceğim diye yazıyı yazdığımın en az iki katı zaman harcadım, fenalık geçiriyorum, asus'a bir teknosa'ya iki başlıklı yazım ileride her şeyi açıklayacak.)

Ağzımdan dökülen "uyarlamanın" aynısını twitter'da görüyorum:

""Büyüdüm büyüdüm, biber gazıyla büyüdüm; barikatlar bana dardı, biber gazıyla büyüdüm.." - Türk Halkı.mp3."

https://twitter.com/FerdiCarrefour/status/262921613429833728

Cumhuriyet bayramını kutlamak için sokağa çıkan vatandaş biber gazını yedikten sonra dahi en ufak bir ilerleme göstermedi. Twitter akışı da sanki Tanzanya'da yşıyormuşuz da çok şaşırmışız ve nasıl da ayıplamışız, tepki vermişiz(vayyy!) metinleri ile doldu. Ya ne bekliyorlardı? Gerçekten merak ediyorum. Doğru ya, çoluk çocuk, yaşlı gelmişler, milli bayram bu, 1 Mayıs'a gitmiyorlar,  1 Mayıs'a gitselerdi 'Ne işi var o çocuğun orada, bilmiyorlar mı?' olacaktı. Ya da haksızlığa karşı konulan bir tepki mitingi de değil bu, gebersinler dedikleri teröristler de değiller, neden böyle oluyordu o zaman? Soruları haklı olmakla beraber hiçbiri içlerinde bulundukları durumu sağlıklı bir şekilde analiz edemedi. Fakir Cavlun çok güzel özetlemiş:

"Osmanlıdan beri aristokrasinin boşluğunu dolduran bürokratizm ve militarizme düzülen övgülerin gadrine uğramak ulusalcıları psikoza soktu..."

https://twitter.com/re_designer/status/262870436306628608

'Ama biz Mustafa Kemal'in askerleriyiz. :'( Terörö müyüz biz? Niye biber gazı sıkıyorsunuz?' diyen sen, Türkiye'deki uçsuz bucaksız ötekileştirmeden sen de nasibini aldın, artık sen de bir "öteki"sin (gerçi uzun süredir öylesin) kabullen ve bununla yüzleş!

"ben gaz bombası, tazyikli su yersem terörist oluyorum; sen yersen "biz terörist miyiz ki bize de sıkıyonuz" oluyor. ama iktidar aynı iktidar"

https://twitter.com/gsoysal/status/262871448203456514

"Kim derdi ki o röfleli saçlar da biber gazıyla buluşacak, ezilen tarafta yer alacak... Beterin beteri varmış ama AKP bunu da gösterdi."

https://twitter.com/kedikara/status/262850845182406657

"Kemalistler de magdur olduguna gore artik magdur olmamis grup kalmadi demektir. Dagilabiliriz."

https://twitter.com/hale_akay/status/262625034680553473

"O değil de, Kemalistlerin, sanki ilk kez kendi eylemleri yasaklanıyormuş gibi hareket etmeleri çok komik."

https://twitter.com/vartanestukyan/status/262839042608099329

"hükümet vatandaşa temsili olarak işgalden kurtuluşu anlatıyor biber gazı falan ondan."

https://twitter.com/Medetology/status/262849669485432832


Özetle bu sene Cumhuriyet bayramı coşkulu polis barikatları ile kutlandı.

"29 Ekim tüm yurtta coşkulu polis barikatlarıyla kutlanıyor."

https://twitter.com/musmulafaruk/status/262826058481537024



¥ Başlık yıllar öncesinin alternatif bir cumhuriyet bayramı kutlamasıdır.