31 Ekim 2012 Çarşamba

açlık grevinin 51. günü

"ölüm orucu şantaj değildir."mesele o kadar önemli ki,dikkat çekmek ve çözüme zorlamak için ağrılı ve yavaş bir ölümü göze alıyorum" demektir"

https://twitter.com/hhiyel/status/263410198515970048

Açlık grevinde 40 ila 60 gün arası kalıcı hafıza kaybı gibi artık geri dönüşü olmayan sağlık sorunlarının kendini gösterdiği en riskli dönem. Bu demek oluyor ki ölümlerin başlaması yakındır. Ve hala sırf açlık grevi yapan insanların talepleri nedeniyle "gebersin köpekler!" diyen bir sürü "insan" var. Grev yapanların yemeklerinin devletten çıktığını zanneden var. 'Daha iyi devlete kalır, hıh!' Ben bu tepkiler için vicdansızlık bile diyemiyorum ya. Sebebini beğenmediği için yüzlerce insanın canını hiçe saymak...

"açlık grevi, tam da bu yüzden, açlık grevini şantaj olarak yorumlayan vicdan yoksunu insanların vicdanına seslendiği için sıkıntılı işte.."

https://twitter.com/ayayolculuk/status/263414486134833152

Bu konuda naçizane beni değil de Ulus Baker'i okumanızı tercih ederim. Birikim'in 88. sayısında dönemin ölüm oruçlarını değerlendirdiği yazısı:

"ölüm orucu - notlar

bir gazetenin “sağlık” sütununda bugün “saç naklinde yeni bir yöntem”in tanıtıldığı, hemen yan sütunda “anne sütü gibisi yok” denilen şu dörtte bir sayfanın yukarısında, birkaç sütun halinde “ölüm orucu”ndan “kurtarılarak” tıbbın ellerine teslim edilen mahkûmların haberi yer alıyordu. oysa onlar, yalnızca bedenleriyle gerçekleştirdikleri bir eylemin sonunda orada bahsedilen “sağlık” denilen şeyden tümüyle vazgeçmiş, üstelik işkencenin ve ölüm orucunun derin yaralarını ve örselenmelerini hep taşıyacak bedenlerini bambaşka bir “sağlık” türüyle kutsamış bulunuyorlar. çok geçmeden bu bedenler, tıbbın yarım yamalak müdahalesi sonucu “iyileşti” etiketiyle taburcu edilecekler ve yeniden cezaevi duvarlarının ardına, ağır demir kapıların arkasına kapatılacaklar...

ölüm orucu olayı, aydın sorumluluğu denilen özel bir sorumsuzluk ve bencil uğraşı türünü bir kez daha turnusol testine tâbi tutuyor. orada, yine bir gazetenin sütunlarında, adalet bakanı tarafından yapılan yarı-çağrı, yarı-meydan okuma yüklü bir sözle ölüm orucundaki mahkûmlarla pazarlık etmeye davet edilen aydınlar, özellikle zülfü livaneli, yetmişli yıllarda fransa’da tutuklanan ve giscard hükümeti tarafından almanya’ya iadeleri gündeme getirilen baader meinhof tutuklularıyla görüşen sartre’a benzetildiler. ama sartre, bizim aydınlarımızdan farklı olarak, cezaevi koşullarından siyasal ya da değil tutuklulara karşı yapılan muameleye ilişkin inanılmaz bir güçle mücadele etmiş, iki hükümeti (fransız ve alman) dünyanın ve insanlığın önünde rezil etmişti.

“normal vatandaşlar kaybolsun!” ... diye bir polis anonsu. ankara’nın göbeğinde işitilebildi. “normal” olmayan vatandaşlar birkaç katman polis bandosunun ve su fışkırtmaya her an hazır panzerlerin arasında kuşatılmış olanlardı her halde. devletin arzusu, elbette onları bir an önce ortadan “kaybetmek” (özel bir yetenek gerektirmiyor bu) ve dağıtmaktı. ama ilk kez, “normal” denilen vatandaşlara yönelik bir polis anonsundan, insanların kentlerin en işlek meydanları ve caddeleri üzerinde “kaybolmak”, “toz olmak”, yani bir anda yitip gitmek zorunda olduklarını öğreniyoruz.
“bakmayın.” bir başka polis anonsu, tıpkı “kaybol!” komutu gibi, kulaklarda çınladı... “bakmayın!” “bakmak” ile “görmek” arasında insan türünün özel bir yeteneğinin eseri olan farkı hedef alıyordu bu komut... halbuki insanların, gerçekten, bakmadıkları bir şeyi farklı, sayısız gözlerle (arılar gibi) görebilme yeteneği vardır ve bunun önüne geçilemez...

müslümandı... adalet bakanı olmuştu... var olmayan, güçsüz bir ilkeler manzumesi şeklindeki iktisadî doktrinlerine adil düzen adını vermeye o da alışmıştı. deneyimli bir politikacı olarak işlerin asla öyle gitmeyeceğini bildiği halde, bazı terimler etrafında cemaatıyla uzlaşım içindeydi: değerler – oruç, zekât ekonomisi, fitne fücura karşı mücadele ve elbette adalet... işte bu en yoğun, en metaforik dinsel değerin bakanıydı artık. görev başına getirilir getirilmez, çok iyi tanıdığı ve değer verdiği bir olayla, dininin kurallarından (farz diyorlar) biri olan “oruç” ile karşılaştı... tek fark, orucun iftarla değil, ölümle sona eren özel bir türden oluşuydu... sorun şimdilik askıya alındıktan sonra, orucun nasıl bir bunalım yaratabileceğini herhalde bir an olsun düşünmüştür. inançların salt kendine ve ait olduğu cemaate ait güçler olduğunu hayal eden biri olarak iftarını kutluyoruz...

insan, harekete geçmeden önce sonsuz küçük bir an için bile olsa duraklayan, bekleyen tek varlık olarak tanımlanabilir. psikanalizci jacques lacan bu süreye “mantıksal zaman” adını veriyor. bu zamanın kısalığı brezilya’da devletin başına bir süre önce ciddi bir dert açmıştı. gerilla karşıtı devlet savaşı için yetiştirilmiş özel paramiliter birlikler (bizdeki özel tim filan gibi) savaş bittikten sonra emniyet güçleri arasına alındılar, kendi kurallarıyla çeteler halinde örgütlenmediler ve favela sokaklarında, teneke tıngırdatan yavru kedilere dahi anında ateş kusan silahlarına sarılır hale geldiler. hiçbir polisiye örgüt onların onlarca insanı nedensiz katletmesinin önüne geçemedi... derken, abd’nin psikolojik savaş uzmanlarının bir önerisi geldi: meditasyon eğitimi... bununla sözümona bu elemanlara ateş kusmadan önce birkaç saniye durup bekleme, düşünüp usavurma süresi sağlanacaktı... bundan daha uzun bir süre düşünmeyi artık asla başaramayacak kişiler olarak...

ölüm orucunda mahkûmun bedeni bir savaş alanına dönüşür. onun üzerinde her türden kuvvet birbiriyle mücadele etmektedir. işaretin, çağrının, beyanın bedenidir o. varlığın dokunabileceği, erişebileceği, gezip tozabileceği tek yüzey onun görüntüsü, var olabileceği tek derinlik onun iç organlarıdır. bu savaş ne bir örgüt, ne de devlet tarafından yürütülmektedir. dolaysızca cezaevinin mimarisi ile mahkûmun bedeni orada karşı karşıya gelirler, yüzleşirler. işte bu beden kendini eritiyor, cezaevinin bedeni için yok kılarak kazanıyordu savaşı... zülfü livaneli’nin “bu işten türkiye’nin kazançlı çıktığı” duyurusuna rağmen...

mahkûmların sınıflanması, “iç savaş” terimi kadar ideolojiktir. nasıl “iç savaş” fiziksel olarak insanları somut olarak yok eden bir güçler mücadelesi olarak savaştan başka, ötede bir şey değilse, cezaevine girildiği anda herkes sıfıra indirgenir. sonradan, gücünü elbette bu sıfırdan alacak, koğuşlarda kurulan cemaat düzenlerine rağmen herkes “birey” olarak karşı karşıya kalacaktır demir kapı ve ranzalarla. “adi” denilen suçlular “adi” değildirler. aynı aygıtla, aynı mekanizmayla, aynı işkenceyle karşı karşıya gelirler. ancak onların sesi pek tınlamaz, duyulmaz... çünkü o hepimiziz... hani şu konuşmayanlar...
cezaevi bizim, kamuoyunun, basının, aydının, hükümetin, devletin değil, orada en çıplak halleriyle yüzleşen güçlerin bir sorunudur. türkiye’nin bunca sorunu arasında “gereksiz”, “halledilebilir” bir fazlalık olarak değil (liberallerimiz bunu sık sık vurguluyorlar artık) kalıcı, evrensel ve kişisel bir sorun olarak çıkar karşımıza. biz, yani “potansiyel suçlu”lar onunla ömür boyu karşılaşmasak bile onunla ölçülürüz ve bizim özgürlüğümüzü tasarlayan odur.

nazım hikmet’in “bir gün fazla yaşamak” mısraı nedense ölüm orucuna karşı bir slogan haline geldi. bir anda etik, ama bir o kadar da politik bir sorunla karşı karşıya olduğumuz hissine kapıldık. kaldırılamayan, siyasetin en dar manevra alanını kullanan bir “aşırı” hareketin gündemi belirlemesiydi. oysa örnek insanın özel, toplumun kollektif işidir. ele alınması, kurgulanması, anlamlı kılınması gerekir. camus’nün sınırlandırdığı alanda dolaşmak yetmez. anlam ya ölümden önce, yani yaşamda, ya da ölümden sonra, devam eden yaşamda bulunur. kendi ölümünü anlamlı bir bütün ve bir eylem olarak örgütlemek, ölüm orucunun bize yalnızca hatırlattığı bir zorunluluktur. mümkün olan bütün yolları deneyerek ölmek gerekiyor...

bedensel ölümlere devlet katlanamadı, direnemedi... bu tarz ölüm, kendi dönüştürücü, eleştirel güçlerine sahipti ve onları, ölüm orucundan çekilip alınmış, şuurunu kaybetmiş mahkûm bedenleri üzerinde ışıldatmaya devam ediyor. bununla uzlaşması gereken öteki sorun ise ruhsal alanda hissediliyor. orada ışıldayandan yalnızca bir basın haberi, bir protesto, bir slogan değil, sorunun ta kendisine, ölümün ve insanların direnme gücünün beyanını türetmek... ama bu, sanat dediğimiz şeyden başkası değildir.

canlı varlık ölümü düşünemez. spinoza’dan öğrendiğimiz bu düşünce olgusal değil varoluşa ilişkindir. onun sayesinde ölüm oruçlarının ölüme değil, yaşama doğru gittiğini, yaşama ilişkin taleplere sahip olduğunu, onunla kenetlenip onu olumladığını öğreniyoruz. çünkü yaşam dirençtir. kendine bir süre biçmez, sonunu algılamaz, sona erdiğinde kendisi ortada bulunmaz..."


http://www.birikimdergisi.com/birikim/dergiyazi.aspx?did=1&dsid=82&dyid=2013&dergiyazi=%EF%BF%BDl%EF%BF%BDm+Orucu+-+Notlar#.UIeuZVgenxY.facebook

Bom bom bom bom Cum hu ri yet!

Dün cumhuriyetin 89. yılı, açlık grevinin ise 49. günüydü.

(Bu noktada Devlet Bahçeli olsak '40 yapar,' bile diyebilirdik, şükür ki değiliz, Mhp'nin 40. yılı da kutlu olalı epey olmuştur ve geceyarısını geçtiği için dün artık bugündür.)

"Cumhurbaşkanı'nın sabahki Anıtkabir Özel Defteri Mesajı:)): İnsan haklarında büyük mesafe aldık..."

https://twitter.com/GTahincioglu/status/262859764550221824

Günü Sözcü'nün dalga konusu olan manşeti ile açtım, bir yandan her yerde seyahat özgürlüğü kısıtlanmış vatandaşlar, günün ilerleyen ve gerileyen saatlerinde diğer yanda 'Seyahat özgürlüğü şimdi mi geldi aklınıza,' diyen sözde "sosyalistler".

Özetle çok trajikomik bir gündü. Özet geçilecek gibi de değil ya, onlarca link atmışım kenara. Bu linklerle değil de bir öykü ile başlamak istiyorum. 'Çok uzak diyarları anlatan bir ülke, bilmem tanıdık geldi mi?' diye klişe ve iğrenç bir giriş yapmayacağım. Zira bu tür okuyucuyu geri zekalı yerine koyan yazılardan yıllar boyu fazlasıyla hepimizin sıtkı sıyrıldı diye düşünüyorum, şükür ki yazı da bunu yapmıyor. Deniz Özturhan'dan geliyor:


Mükerrer Musibetler Ülkesi

Böyle zamanlarda, zamanın kendisi hakkında yazmak kolay değil. İllaki birinin hassasiyetine kışt demiş, öbürünün kanayan yarasını tuzlamış, berikinin asabını zorlamış oluyorsun. Öte yandan yazmamak da elde değil; zira hafta oldu içim kabardıkça kabarıyor. Ah vah etmekten de, görmezden gelemeye çalışmaktan da, kendi sefil gerçekliğimde mutlu olmaktan da, utanıyorum.

Sevdiğim insanları uzak, medeni memleketlerde yaşamaya ikna etmeye çalışırken buluyorum kendimi. Seve seve terk edeceğim seni cici ülkem, çünkü değişmeyen, kaba saba, dayakçı manita gibisin. Her gün şiddetinin dozu artıyor, hep kan sızıyor dudaklarımızdan.
 

Denecek şey o kadar basit ki, kimsenin dememesi en yorucusu.

"Doğru yönetilen ülkelerde terörden, depremden, trafik kazasından yüzlerce, binlerce insan, sürekli olarak ölmez."


Oysa Türkiye'de tüm musibetler mükerrer. Her acı bir sonrakinin provası, her ölüm mukadderat, her hata daha henüz yapılmışken, tekrara teşne...


Dünya siyaset tarihi, insanların mümkün olduğunca eşit ve doğru yönetilmesi için bin yıllardır muhtelif sistemler geliştiriyor. Misal çok uluslu, çok dilli, eşit olmayan maddi gelirli, geniş bir nüfusunuz varsa, federe bir devlet olmayı tercih edebiliyorsunuz. Kendi yasası olan eyaletleri, tek bir federal anayasa altında toplayıp, daha kolay çalışan bir sistem elde etmeye çalışıyorsunuz.


Bu sadece bir (sayıyla 1) yol üstelik; uygulanmaya açık, denenmesi muhtemel pek çok siyasi sistemden sadece bir tanesi.


Bilim temelde insanı daha rahat, daha uzun ömürlü kılmak için bin yıllardır muhtelif icatlarda bulunuyor. Mühendislik dalları geliştiriyor. Misal ülkenizin neredeyse tamamı deprem bölgesiyse, depreme dayanıklı bina inşa edebiliyorsunuz. Bunu yapacak teknoloji, ilim, insanlığa çok yabacı değil. yahut, ülkenizde ulaşım ekseriyetle kara yolları üstünden gerçekleşiyorsa, kazaları minimize edecek yollar, trafik kuralları, araçlar geliştiriyorsunuz.
 

Keza hukuk, icadından bu yana insanlığı daha adil, daha iyi yaşatmak için evrensel değerler geliştirmeye çalışıyor. Misal ülkenizde sıklıkla yapılan hatalar varsa, bu trafikte sorumsuzca araç kullanmak, dayanıksız bina inşa etmek ya da bir kısım azınlığın öyle bir hakkını yemek ki, bitmeyen husumetler çıkartmak olabilir pekala, o zaman o konuda önlemlerinizi arttırıyor, ceza sisteminizi, kontrol ekiplerinizi, kanunlarınızı yeniden değerlendiriyorsunuz. Suçluları yargılamakta olduğu kadar, hataları önlemede aynı oranda takipçi, ısrarcı oluyorsunuz.
 

Ya da ülke olarak "hiçbiri olmamayı" seçiyorsunuz.

21. yy'ın orta yerinde, halkınızı üniter devletin ne olduğunu bilmeden, olabilecek her türlü farklı siyasi sisteme karşı çıkacak şekilde eğitiyor, bir kısım halkın varlığını haksız buluyor, kavgalı olduğunuz ülkelerden silah alıp, o kısım halkın üzerine üzerine cenk ediyor ve bunu 30 sene boyunca yapmaktan, sonuç alamayıp gene yapmaktan, zerrece imtina etmiyorsunuz.
 

Yine 21.yy'ın orta yerinde, en pahalı benzin ve en yüksek vergili arabalarla doldurduğunuz kara yollarında, bir şekil her yıl yüzlerce kişinin ölmesine engel olmamayı, ne yola, ne araç kullanımına bir düzen getirmemeyi tercih ediyorsunuz. Her bayramınız ulusal felaket gibi geçiyor; milletin ülkesinde en büyük afette ölen insan sayısına denk insanı, hiç canınız sıkılmadan ebediyete yolculuyorsunuz.

Sktiğimin 21.yy'ı sanki bize hiç gelmiyor. Deprem kuşağında yaşıyor, ama çürük bina yapılmasına göz yummaya, daha da ibnecesi kamu binalarını bile çürük inşa etmeye devam ediyorsunuz.

İstanbul depremini beklerken, 16 milyon insanın yaşadığı bu kentte kaç binanın, kaç viyadüğün, hangi köprünün yıkılacağını kontrol etmeye gerek görmüyor, kente bir afet sistemi kurmuyor, insanları zorunlu olarak deprem konusunda eğitmeye tenezzül etmiyorsunuz.

Hayat tercihlerle dolu aslında. ölmek, ama her halükarda ölmek, kaçınılmaz değil.

Savaş ve terör, önlenemez, durdurulamaz, ikame edilemez değil.
Deprem korunulamaz, allah'ın emri, kulun rızası değil.
Trafik dünyanın pek çok ülkesinde artık sorun bile değil.

Yazının burasında sadece 1 an, şimdiye kadar düşünmüş olduklarını, üzülmüş, bunalmış, öğretilmiş ve ikrah etmiş olduklarını unut, yukarıdaki üç cümleyi mantra gibi tekrar et isterim sevgili okuyucu.

Her gün aynı hatanın tekrarını yaşamak kader değil.

Hepimize, "kimsenin kimseyi öldürmediği ve dahası nefretle ötekilemediği, kazaya ve felakete sadece seyirci kalınmayan bir ülke" diliyorum.


乇 Yazıyı sapan 24. 10. 2011 tarihinde paylaşmış, elimdeki tek link sapan'ın sadece yazıyı paylaşan linksiz linki olduğundan bu şekilde paylaştım. 

Bir sene önce bir dilekle bitiyor bu yazı, zaman geçiyor, bu sefer Yetvart Danzikyan'ın kaleminden iki satır dilek dökülüyor: " Toplumun kaderinin, birilerinin "iki dudağı" arasında olmadığı bir rejim özlemi ile bitirelim o zaman." Yetvart Danzikyan pek çok insanın hislerine de tercüman oluyor ki twitter üzerinde, daha doğrusu bol çeşnili "timeline"ımda en çok paylaşılan bu yazı:

http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalYazar&ArticleID=1105719&Yazar=YETVART-DANZIKYAN&CategoryID=98


Sonrasında Özgür Mumcu "Yaklaşan Tren Kazası" ile geliyor:

(Alıntılar Copy paste değil alın teri olduğundan burada yazıdan bir parça ekleyemiyorum, siz yazıya ilk 12 satırı -özenle saydım- eklemişim gibi devam edebilirsiniz.)

http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalYazar&ArticleID=1105728&CategoryID=98

Bunu es geçemeyiz işte, Sözcü gazetesi manşet:

http://www.haberler.com/sozcu-gazetesi/

"Anlayana!" Sabah sabah epey güldürdü, seneye aynı gazeteden "Anladın Sen" gibi çıkışlar bekliyorum.

Link güncel maşetlere gidiyor, sonradan aydım, manuel ekliyorum.)



"Beyler Yunanlılar 29 Ekim bizim Cumhuriyet bayramımız demeye başlamış! ANLAYANA! Böyle böyle kaybediyoruz değerlerimizi :(("

https://twitter.com/travisandtyler/status/262852651350368256

Komik bir tesadüf (müdür) ki Cüneyt Özdemir bir gün sonra "Anla(ma)yana böyle anlatırlar gülüm!" diye başlık atıyor yazısına:

http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalYazar&ArticleID=1105845&CategoryID=97

Ertesi gün yazılanların hiçbiri Yılmaz Özdil'inki kadar güldürmüyor kimseyi, Sözcü'ye gülüyorduk da tam bir anlayana yazısı geldi kendisinden, zira başlık, yazı, her şey sadece yedi kelime, rakamla 7, bakın kutsal sayı, meğer Yiğit Bulut haklıymış!

Yılmaz Özdil'in yazısının tamamı şöyle: "İstediğin kadar tazyikli su sık korkma sönmez."

Bitti. 

Baştan uyarayım, bu yazıya gülüyorsanız ve "anlamıyorsanız" hemen bir iq testi yaptırmanız gerekiyor...muş muş da muş muş. Bu yazıyı okuyan herkes İstiklal Marşı'nı şakımaya başlıyormuş, çok anlamlı bir yazıymış, aslında 7 kelime değilmiş. 7 güzeldi be. Ve bu yazıyı okuyup aşka gelip İstiklal Marşı'nı şakımaya başlayan sen/siz, işte sırf bu yüzden sizden bir cacık olmayacak ve düşüncelerinizi savunan yazarınızla, muhalefetinizle alay konusu olmaktan kurtulamayacaksınız. Anla(ya)mıyorsunuz, değil mi? Az çıkın yukarı fare ile, anla(ya)mayana anlatıyorlar gülüm! Korkma sönmez!

Rahat!

7 rakamı ise elbette bir tesadüf değil, dün olan bitenin Tapınak Şövalyeleri'nin işi olduğunu iddia eden Yiğit Bulut'un elbet buna da mantıklı, makul bir açıklaması vardır! Ulan kim bilir yine ne oyunlara geldik!

http://haber.stargazete.com/yazar/ertugrulun-tahrir-meydani-deneniyor/yazi-700111

Benim en fazla eskiden sözlüğe, şimdi blogusuma dalga geçmek, eğlenmek için yazacağım yazıları adamlar ciddi ciddi yazıyorlar ya la!

http://www.eksisozluk.com/show.asp?id=30755929

Neyse bu kadar eğlence yeter, birkaç ciddi yazı almışım, aslında 'şu şöyle dedi bu da böyle dedi' diyerek tarihe not düşer gibi yapmışım. Ayşe Hür cumhuriyet ilanının koşullarını anlatırken Can Dündar günün anlam ve önemine uygun bir yazı ile gelmiş.

Ayşe Hür

http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalYazar&ArticleID=1105642&CategoryID=97

Can Dündar

http://gundem.milliyet.com.tr/-bizim-en-kuvvetli-zamanimiz-bugun-/gundem/gundemyazardetay/29.10.2012/1618501/default.htm

İlhan İrem ise olan biten her şeye gözlerini, kulaklarını, duygularını kapatan ve sonra 'Biz terörist miyiz ayol? Niye bize biber gazı sıkıyorsunuz?' diyen izanı kıt insanların tüm yıl hiçbir şey yapmayıp bir gün "lay lay lay lom cumhuriyetimiz ay ne güzel hihihi" demelerine haklı olarak tepki koymuş: "Ama 364 gün susuyorsanız, 365.nci gün haketmediğiniz bayramları kutlamayın."

http://www.ulusalpost.com/haber/guncel/suskunlar-ulkesinde-cumhuriyet-bayrami--/5366.html

Olan biten her şeyden bahsetmiş İlhan irem yazısında, bu anlamda kapsamlı bir yazı olmuş, özetle yakın tarihimiz.

Biber gazı kısmına geldik, Türkiye dün en trajikomik sahnelerinden birini yaşadı. Polis "Cumhur"a cumhuriyet bayramını kutlatmamak için biber gazı sıkıyor. Cumhur bağırıyor: 'Biz Mustafa Kemal'in askerleriyiz! Polis cevap veriyor: 'Biz de!' Bu noktada insanın 'Öpüşün, barışın siz kardeşsiniz!' diye haykırası geliyor. Bu biber gazından herkes ama herkes nasipleniyor, Chp'liler alana giremiyor, barikatı aşamıyorlar, Tgb 'Mustafa Kemal'in öz askerleri biziz!' diyerek günü ve kutlamayı tekeline almaya çalışırken adeta bir üçüncü sınıf bir otobüs firması, bir kebapçı/pideci zihniyetini yakalıyor. Öz hakiki Urfa kebabı. Yandı gülüm keten helva!

""Mustafa Kemalin Askerleriyiz" sloganlarına "biz de" diye anonsla cevap verdi polis. Kucaklaşın artık, yürek dayanmayacak."

https://twitter.com/haykobagdat/status/262846919649402880 

"Barikati iterek degil kendine dogru cekerek alasagi eden amca... 10 numara bir insansin... Bu teknik uzun yillar hatirlanacak..."

https://twitter.com/ozdenerkus/status/262864949666258944 

" atatürk olmasaydı barikat aslında nasıl yıkılır onu da bilemeyecektik işte:)"

Alandaki alandakini istemiyor, hükümet hiçbirini istemiyor, havada biber gazları uçuşurken üzerine bir de tazyikli su ekleniyor. Tüm bunlar olurken Hürriyet meslek etiğini çatır çutur çiğniyor. Arşiv ve kolaj yazmazmasına rağmen kitleler coşku ile paylaşıyorlar İdris Naim Şahin'in helikopterle yaptığı durum değerlendirmesini.Bu ayıbın linkini de ekliyorum:

http://www.hurriyet.com.tr/gundem/21804591.asp

Basın dünyasına bakıştan başka bir enstantane:

"haber türk yayın yaparken vatandaşın biri gelip dilerim yardakçılık yapmak yerine yayınlarsınız bunları dedi:)"

https://twitter.com/mariadebonne/status/262873410135273472

Bu arada özellikle sakladığım bir tweet, barış kızı dememin nedeni arka fonda kullandığı görsel. Halbuki okuyan kitleyi bilsem böyle aptala anlatır gibi anlatmayacağım ya, neyse.

tgb'den bir barış kızı

https://twitter.com/zeyneponcel/status/262867873914044416

Bir günah keçisi bulunmalıydı ya, Tgb (genelinde de) Chp'yi suçluyor, sanki biber gazını Chp attı. halbuki Kemal Kılıçdaroğlu dahi, herkes gibi aslında, biber gazı ve tazyikli sudan nasibini alıyor.

http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1105756&CategoryID=78

"Kılıçdaroğlu, milletvekilleriyle beraber 2. Meclis’in önündeki barikatı aştı, polis kordonunu dağıttı. Kılıçdaroğlu'na burada biber gazı sıkıldı..."

Bu noktada gözlerimden yaş getiren bir tweet görüyorum (umarım o tweet'i bulacağımdır)(buldum, süre.. neyse, önemli olan bulmaktı):

""..Kilicdaroglu Ulus'a ulasti, barikatlari yararak gecti, polis gaz bombasi.." ha gayret AKP, Kilicdaroglu'dan bir Che Guevara yaratiyorsun"

https://twitter.com/DARKAPI/status/262863852054659072

Kılıçdaroğlu for Che Guavera!

Beni böyle güldüren bir de Domino's pizza ile ilgili bir cikcikleşme var:

https://twitter.com/radioheadbanger/status/262812878732656640

Bir yandan ülkemin solcuları bir kez daha ikiye bölündü dün, cumhuriyet sevenler/sevmeyenler. Olanları oh olsun diye izleyenler ikinci grupta yer alırken birinci grupta gayet insani tepkiler verenler vardı. Mevzu rejim değildi özetle ama ANLAYANA!

"'Cumhur'un kutlamasını engelle, Atatürk heykeli ve 1.Meclis'i polis kordonuna al, Anıtkabir'in yolu ve etrafı da mayınla döşendi mi tamamdır"

https://twitter.com/selinkuntzengin/status/262831003528204288

"Bu ülke polis devletidir dediğimizde bize öfke saçanlar ve şanlı polisimiz nidaları atanlar, şimdi dayak yiyorlar, hayat öğreticidir arkadaş"

https://twitter.com/AlperTurgut01/status/262867654501597185

(Bazıları oh olsuncu diye nitelendirmiş ama aslında alakası yok, bence.)

"Polisin 1. Meclis'in önüne barikat kurması ileride hep hatırlanacak çok sembolik bir fotoğraf."

https://twitter.com/ozgurmumcu/status/262850092405518336

Biber gazından kapasitesinin üzerinde şeyler beklendi, zihin açıcılık, empati gibi etkileri olmadığı bir kez daha görüldü.

"Simdi ben dogru mu anladim biber gazini hak etmemek icin daha once biber gazi yiyenle empati sarti mi getirdik???"
"sadece o olsa.. bir de biber gazından zihin açıcı, birleştirici bir etki bekleniyor, o daha fena bence."
" Oyle. Her sey sartli surtlu. 1930larin hesabini vermeden biber gazi yememe hakkini da savunamiyor chpliler mesela ;)"
https://twitter.com/BeatrixKiddooo/status/262879334593863680

(Bu arada bu tweet'leri linkleri ile vereceğim diye yazıyı yazdığımın en az iki katı zaman harcadım, fenalık geçiriyorum, asus'a bir teknosa'ya iki başlıklı yazım ileride her şeyi açıklayacak.)

Ağzımdan dökülen "uyarlamanın" aynısını twitter'da görüyorum:

""Büyüdüm büyüdüm, biber gazıyla büyüdüm; barikatlar bana dardı, biber gazıyla büyüdüm.." - Türk Halkı.mp3."

https://twitter.com/FerdiCarrefour/status/262921613429833728

Cumhuriyet bayramını kutlamak için sokağa çıkan vatandaş biber gazını yedikten sonra dahi en ufak bir ilerleme göstermedi. Twitter akışı da sanki Tanzanya'da yşıyormuşuz da çok şaşırmışız ve nasıl da ayıplamışız, tepki vermişiz(vayyy!) metinleri ile doldu. Ya ne bekliyorlardı? Gerçekten merak ediyorum. Doğru ya, çoluk çocuk, yaşlı gelmişler, milli bayram bu, 1 Mayıs'a gitmiyorlar,  1 Mayıs'a gitselerdi 'Ne işi var o çocuğun orada, bilmiyorlar mı?' olacaktı. Ya da haksızlığa karşı konulan bir tepki mitingi de değil bu, gebersinler dedikleri teröristler de değiller, neden böyle oluyordu o zaman? Soruları haklı olmakla beraber hiçbiri içlerinde bulundukları durumu sağlıklı bir şekilde analiz edemedi. Fakir Cavlun çok güzel özetlemiş:

"Osmanlıdan beri aristokrasinin boşluğunu dolduran bürokratizm ve militarizme düzülen övgülerin gadrine uğramak ulusalcıları psikoza soktu..."

https://twitter.com/re_designer/status/262870436306628608

'Ama biz Mustafa Kemal'in askerleriyiz. :'( Terörö müyüz biz? Niye biber gazı sıkıyorsunuz?' diyen sen, Türkiye'deki uçsuz bucaksız ötekileştirmeden sen de nasibini aldın, artık sen de bir "öteki"sin (gerçi uzun süredir öylesin) kabullen ve bununla yüzleş!

"ben gaz bombası, tazyikli su yersem terörist oluyorum; sen yersen "biz terörist miyiz ki bize de sıkıyonuz" oluyor. ama iktidar aynı iktidar"

https://twitter.com/gsoysal/status/262871448203456514

"Kim derdi ki o röfleli saçlar da biber gazıyla buluşacak, ezilen tarafta yer alacak... Beterin beteri varmış ama AKP bunu da gösterdi."

https://twitter.com/kedikara/status/262850845182406657

"Kemalistler de magdur olduguna gore artik magdur olmamis grup kalmadi demektir. Dagilabiliriz."

https://twitter.com/hale_akay/status/262625034680553473

"O değil de, Kemalistlerin, sanki ilk kez kendi eylemleri yasaklanıyormuş gibi hareket etmeleri çok komik."

https://twitter.com/vartanestukyan/status/262839042608099329

"hükümet vatandaşa temsili olarak işgalden kurtuluşu anlatıyor biber gazı falan ondan."

https://twitter.com/Medetology/status/262849669485432832


Özetle bu sene Cumhuriyet bayramı coşkulu polis barikatları ile kutlandı.

"29 Ekim tüm yurtta coşkulu polis barikatlarıyla kutlanıyor."

https://twitter.com/musmulafaruk/status/262826058481537024



¥ Başlık yıllar öncesinin alternatif bir cumhuriyet bayramı kutlamasıdır. 


29 Ekim 2012 Pazartesi

Anonymus çocuk pornosu sitelerini tek tek indiriyor!

Sabahtan beri biriktirdiğim onlarca linki düzenlemek bile bu haberi vermekten uzun sürecekti, neymiş haber? Anonymus 89 adet çocuk pornosu sitesini çökertmiş veya "indirmiş".  Ayrıca formspring hesabı üzerinden sürekli çocuk pornosu gönderen ve defalarca şikayet edilen bir kullanıcının hesabının askıya alınması haberi üzerine bir de kısa sürede tutuklanacağını yazmışlar. Teknoloji ile arası bu kadar iyi ve bunu da bu şekilde kullanan insanlara imrenmişimdir. 

İlgili habere gelince: http://anonymousnetherlandsnews.blogspot.com/2012/10/anonymous-takes-89-child-porn-sites.html?spref=tw

'Şimdi onlar düşünsün!' diye bitiren Anonymus'un birkaç üyesini mümkün olsa da Tib'e soksak, yasakladığın şey kanun dışı olsa bile orada durmaya devam ediyor, indirdiğin şey asla!

28 Ekim 2012 Pazar

Orhan Gencebay ile Bir Ömür Konseri

Çıkalı çok uzun bir süre olmayan Orhan Gencebay ile Bir Ömür albümünü sanırım duymayan kalmamıştır. Ben şahsen henüz edinmiş veya bir şekilde albümü dinlemiş değilim. Bir yandan da konuşuldukça içimde artan bir merak vardı, ne kadar öyle denmese de aynı zamanda albüm lansmanının da yapıldığı konser cuma gecesi televizyonda canlı olarak verilince merakıma yenilip izlemeye koyuldum. İzlerken kendimi yorumlayanlara az daha not verirken buldum, kafamda farklı klasmanlar açıp dinledikten sonra sanatçı ve yorumunu bir yerlere yerleştirmeye başladığımı görünce boşuna mı çekildi bunca acılar, Demet Akalın'ı boşuna dinlemiş olamam, izi kalsın diyerek kalemimi kim bilir nereden çıkarıp yazmaya karar verdim.

Aslında konseri dinlerken bir yandan twitter üzerinden düşüncelerimi iki satır da olsa belirttim. Hatta sahne kostümleri hakkında yazınca "bugün ne giysem mi izliyorsun, ne izliyorsun?" diye şaka ile karışık tepki bile aldım. Benim için sanatçının performansı bu performansı gösterirken seçtiği görüntüden bağımsız değerlendirilemez. Ayrıca oraya nasıl çıktığınız seyirciye, ve bu konser dahilinde gecenin şerefine verildiği Orhan Gencebay'a saygınızı gösterir. Biz Ruhi Su hocamızdan böyle gördük. 

Şimdi hafıza tazelemek için kendimden biraz kopya çekeceğim. 

Halit Kıvanç ve Beyaz ile gece başladı.

Konserin başlangıcı tam bir faciaydı, çevremden duyduğum bazı isimleri dinlemeyi yüksek derecede istemiyor olsam topuklarımı vura vura arkama bakmadan ilk parça ile beraber mekanı terk ederdim. Kimin söylediğini anlamadım, yazdıysa da kaçırdım. Bilmememin çok daha iyi olduğunu düşünüyorum. Zaten ne yazmışım?

 ஐ Orhan Gencebay'ın yerinde olsam bu yorumun karşısında kahrolurum, kahrolmamak elde değil! (star tv canlı - orhan gencebay ile bir ömür)

Sonra bu darbeyi yeterli bulmayan konser programı düzenleyicisi karşımıza kimi çıkarıyor? Demet Akalın! Böyle bir ismin o sahnede ve bu projenin içinde olması nasıl bir ironidir. Nasıl bir saygısızlık yapsak diye düşünseler daha büyüğünü bulamazlardı. Bu düşünceler aklımdan geçerken ilerleyen saatlerde karşıma çıkacak olan ilk kez adını orada duyacağım Kutsi ve adını duysam da duymasam daha mutlu olacağım Mustafa Ceceli isimlerinden bihaberim. Kutsi'de gidip kendime bir içki koydum. Mustafa Ceceli'de kendimi ümitsizce tatlı bir şeyler hazırlamaya çalışırken yakaladım, Mustafa Ceceli'nin "yorumu" için aklımdan bir yorum geçti, tam kelimelerini hatırlamasam da 23 Nisan şiiri okurken oluşan bir hava vardır ya, onun şarkı versiyonunu düşünün, öyle bir havası vardı. Keşke asfaltina'nın hayran olduğu, benimse yerin dibine soktuğum hafızama çok da güvenmeyip not alsaymışım. Yorumu yaparken çok eğlenmiştim ama tekrar eğlenmek istemeyeceğim bir konu.

Demet Akalın hakkında bir diğer yorum da kıyafeti ile ilgiliydi. Yarım kollu, uzun siyah bir elbise giymişti, makyajı ve görüntüsü gayet sadeydi. Bu görüntü geneli şaşırttı, bence gayet hoştu.

Neyse Demet Akalın'ın çıktığı sıra şöyle bir tweet atmışım:

 ஐ Şimdi de Demet Akalın, bence Orhan babaya böyle bir günde kalp krizi geçirtmek istiyorlar :/ Her isteyene yorumlatmışlar mı lan? 

İşte bunları yazarken nereden ama nereden bilebilirdim ki bir sonraki isim Şafak Sezer olacak? Hani bazı isimler biz beğensek de beğenmesek de orada olacaklar, bu çok belli ama Şafak Sezer? Fecaat olduğunu söylememe gerek var mı? Hayır yani "biz Orhan babamızı çok seviyoruz ulan!" gecesi yapın söyleyin, bizi niye bu işe bulaştırıyorsunuz? Suçumuz ne ulan!

ஐ (Demet Akalın'ın bu kadar kapalı giyinmesi ile ilgili bir tweet'e cevabım) ben de şu an Şafak Sezer de mi??? diye gözlerimi kocaman açmış durumdayım, ipini koparan yorumlamış gerçekten...

Bu isim albümde de var mı bilemiyorum, dediğim gibi albümü dinlemedim, konserin şu noktasına kadarki kısmı ise fecaat ki ne fecaat... Katlanıyorum.

Bu sıra artık seyirci terk edecek mahali korkusu ile nihayet kulaklarımızın pasını silecek bir yorum geldi:

ஐ Duyduğum tek gerçek yorum Duman'dan geldi, tek playback yapmayan da onlardı şimdiye kadar, gerçekten çok başarılı bir yorum olmuş. 

Playback dedim ama kolonlardaki playback yazısını görünce sonradan çok da emin olamadım. Yine de bana yapmamışlar gibi geldi. Duman Gönül'ü tam da Duman gibi yorumladı, sanırım herkesin içi ilk kez ürperdi. İlk büyük alkış, hatta sanırım ilk alkış bu performans sonrası geldi. İzlerken 'Duman yaşlanmış,' dedim. Sonra da kendime bakıp güldüm. 

Böyle kulak pasımızımız alan yorumun Duman'ı tüterken seyirciye yeterli işkenceyi yaptıklarını düşünmüş olacaklar ki ennn iyi yorumlardan biri hemen arkasına geldi, Zara, Dilenci. Dinlerken mest oldum. Hakkını sonuna kadar vermiş Zara yaptığı işin. Zerafeti Zara'sı. Buradan tekrar tebrik ediyorum.

 ஐ özür dilercesine şimdi de nefis bir yorum daha geldi, Zara da harika yorumlamış, kulak ve pas.

Bundan sonra yanlış hatırlamıyorsam Emel Sayın vardı, her zamanki gibi çok zarifti. Yarısı beyaz, yarısı siyah elbisesine bakarken yıllar önce bir kostümcüde rastladığımız bir elbisesi aklıma geldi. Arkadaşımla inanamıştık, arkadaşım ki sıfır beden, o bile giremedi, öyle minyon, incecik bir kadınmış gençliğinde de. Yıllar kendisinden çok fazla bir şey götürememiş, sanırım gözlerini biraz götürmüş, o kadar kusur kadı kızında bile oluyor. Tam olarak ne sorunu var bilmiyorum, bana katarakt gibi geldi. Bakışları şehlalaşıyordu yer yer. Yorumu Emel Sayın gibiydi, ya nasıl olacaktı demeyin, şöyle söyleyeyim, en iyi yorumcular hem kendileri kalabilmişken hem de "Orhan Baba"yı yansıtanlardı. Bir de sanatçı kimliğinin gölgesinde kalmış, yine de güzel yorumlar vardı. Emel Sayın'ın yorumu işte böyle bir yorum olmuş, dinlemesi keyifli ama kendimi nerede keseyim veya içim ürperdi dememize neden olan bir yorum değil. Ennn'lere A sınıfı, Emel Sayın'ın konser sıralamasına göre öncülük yaptığı grup B sınıfı diyelim.

Şimdi bakalım kimler var A sınıfında? Gönül ile Duman, Dilenci ile Zara, Gitti de Gitti ile Nükhet Duru.

Kendisini sahneye çağırırken Mehmet Ali Birand taklidi yapan Sertaç ise gecenin en sevimli sunucusu ödülünü almaya hak kazandı. (Çılgın Berte Ödülleri) (kedith: adamın adı seçkin değil yavuz sezgin'miş ayrıca ödülü ışık hızı ile geri aldım, geceye göre dikkat çeken bir sunucu olmasına rağmen twitter'da ladderpain adlı arkadaşımı küfrettiğini iddia ederek zan altında bırakması ve ladderpain'in kendisine ne dediğini açıklamasını, aksi takdirde kişiyi zan altında bıraktığını söyleyen arkadaşıma tetikçi demesi nedeni ile artık en tiksindiğim insanlar dahilinde kendisi. Sonradan 'Dava etmedik sitem ettik, söyleyin rahat olsun,' diyerek 180'e yakın bir derece dönüş yapmış, sözde büyüklük etmiş ve 'Abuk sabuk şeyler yazmasınlar' diye ekleyerek tiksintiyi körüklemiştir bu kişi. hashtag'inin ülke çapı tt olması kendisinde nasıl duygular uyandırdı merak ediyorum, etmiyorum aslında değişen davranışı nasıl bir etki yaptığını gösteriyor, mevzubahis "küfrü" ise açıklamış değil hala.)

Burada es verip Nükhet Duru'dan bahsetmek isterim, açıkçası dinlediğim/sevdiğim bir sanatçı değildir kendisi ama yorumu beni büyüledi. Seçtiği kıyafette neden bulaşık eldivenini andıran eldivenler ve anlamsız bir kukuleta vardı bilemedim ama bunlar dışında çok zarifti. Seçtiği ayakkabılarının benzeri üzerinde daha mağazada denerken az daha düşeyazan ben elbette ayakkabı konusundaki takdirimi tweet üzerinden aktardım. Bence çok önemli bir nokta, öyle demeyin.

ஐ eldiven ve kukuleta olmasaymış görüntü de on numaraymış, dekolte çok zarifti gözümü alamadım. veee 

ஐ ayakkabı, onlar üzerinde mağazada zor durdum ben, kendisini buradan bir de bu nedenle tebrik ediyorum.

Yalnız daha önemli bir nokta var, açıkçası üzüldüm. Kendisinin de organizasyonda olacağını belirten tweet'i o da.

"Orhan Gencebay gecesi cuma aksami saat 23.00 de Star tv de... Gitti de gitti ile bende oradayim :)"

https://twitter.com/NukhetDuru/status/261192691247878144

Bu da benim yorumum:

ஐ Sanatçılar dahi anlamındaki -de'yi ayıramıyorsa cemaat ne yapsın? Onları örnek alıyorlar ama nasıl bir sanatçı bunun rahatsızlığını duymaz?  

A sınıfına soktuğum bir başka sanatçı da Zerrin Özer, ki ben kendisini çok severim, sonlara doğru çıkınca çocuklar gibi şenleştim.

Manga'yı ise A'ya mı B'yi mi soksam bilemedim, harika bir yorumdu, performanslarını çok beğendim, lakin Ya evde yoksan'ı söylerken içimizi ürpertmediler, kararsızlığımın nedeni bu. Yoksa dinlerken çok eğlendim.

Bundan sonra attığım tek tweet de Sezen Aksu'yu B sınıfına koymamı açıklıyor:

ஐ Sezen Aksu'dan daha iyi bir performans beklerdim açıkçası. 

Gerçekten de öyle, gerçi Orhan Gencebay yerinden kalkıp sahnede tebrik etti kendisini ama bunun yorumundan çok aralarındaki hukuktan ötürü olduğu aşikardı. Hatta Orhan Gencebay 'Ben neden geldim buraya?' diye sorduğunda sezen Aksu 'Beni ayağının altına almaya, kafamı kırmaya... 'vs. diye cevap verince arkasından 'Sen bunu daha iyi yorumlamalıydın çocuk!' gibi bir şey gelecek sandım. Halbuki sık sık tekrarladığı yavrum lafından da anlayacağımız üzre kızı gibi gördüğü Sezen'i onore etmeye, Türkiye'de üreten ender sanatkarlardan biri olduğunu söylemeye gelmiş. 

Bu arada Erkan Yolaç ile Evet Hayır yarışması da hoş bir seda oldu.

Sunuculardan Vatan Şaşmaz'ı görünce aklıma metrobüs reklamı geldi, söz konusu metrobüsün hangi hatta seyrettiğini halk olarak hala bir türlü ortaya çıkaramamış olmamıza hayıflandım.

Şimdiye kadar keşke olmasaymış veya F sınıfı Kutsi, Mustafa Ceceli, Demet Akalın ve mükemmel A sınıfını ele aldık. B sınıfı var, bir de dolgu olarak nitelendirdiğim E sınıfı var. Mesela kim var bu E sınıfında?

➀ Grup 84. Bence albüm ve konser dahilinde olmalarının tek nedeni Akdeniz akşamları tadındaki rock esintili müzikleri. Çeşit olsun diye eklenmişler. Zaten yorum da enstrüman kullanımı açısından akdeniz akşamları tadında olmuş, bir başka olmuş.

➁ Özcan Deniz. Ayrıca efe kıyafeti ile sahneye çıkması da yaptığı işin bütünlüğünü absürd bir şekilde ve bilinçsizce bozduğu için güldürdü(beni). Yorumu ise daha çok enstrüman destekli, şöyle cümbüş bir alt yapı koyalım da güzel dursun niyeti ile yapılmış ve maalesef vasat kalmış. Çeşit olmuş mu? Olmuş.

➂ Deniz Seki. Kendisi elbette pop dünyasının önemli bir ismi, bu nedenle isminin olması önemliymiş ama yorumu vasat kalmış. Gerçi kendi müziğini zaten vasat bulurum ama yorumda çok farklı bir çıkış yapabilme ihtimali var neticede. Olamamış. Kısmet. Sahnedeki zerafeti ise kendisine artı puan kazandırıyor. Bu noktada sahne kıyafeti üzerinden hala bir dress code olduğunu düşünüyorum. Sanıyorum kendisi Emel Sayın'dan önce çıkmıştı. Bu dress code düşüncesi bir sonraki isim ve kırmızı elbisesi ile bozuluyor.

➃ İzel. Bu konser kendisine yaramış gerçi, çok güzel görünüyordu İzel. Şarkısı ise klasik, dinlemediğim İzel şarkılarının ötesine geçememiş. 

Bu klasmanda saydığım isimler kesinlikle F klasmanı ile karıştırılmamalı, yakın bulunmamalı. Neticede en iyisini duymak/görmek istiyoruz. Dile getirelim ki belki bir işe yarasın.

Volkan Konak ise B+ veya A- diyebileceğim iki arada bir derede, bir nevi Manga gibi ona da karar veremedim. Yorumu çok hoştu ki ben, Volkan Konak'ı, ne yalan söyleyeyim, sevmem.

Yıldız Tilbe de zerafeti ile büyüleyenlerdendi. Çok bilinmeyen bir parça seçmesi de hoştu. Kendisi Orhan Gencebay'ın tüm şarkılarını bildiğini, bu nedenle pek bilinmeyen bir eser seçmek istediğini, bu nedenle "Aşkımı sakla" adlı eseri seçtiğini söyledi. Yorumuna gelince, aslında çok da güzel gidiyordu ama anlam veremediğim yer yer böyle buğulu mu desem, boğuk mu desem, çatlak mı desem, neredeyse detone gösteren bir ses kırması vardı ki keşke olmasaydı. Yıldız Tilbe'nin sesini bilmesem şarkı söyleyemiyor olduğunu bile düşünürdüm. Beyaz elbisesine ise bayıldım. Kendisinin yorumu da çok daha iyi olabilirdi.

Hande Yener'in genel sahne performanslarını bilemiyorum ama yanındaki kendisi gibi sci-fi kostümlü iki adet dansçı kızceğiz çok gereksizdi. Şarkı zaten Hande Yener şarkısı olmuş, B klasmanı dahilinde gayet iyi de olmuş, kostüm ise Hande Yener'in Marylin Manson tarzından Bürlesk Star Wars tarzına geçişini gösteriyor, kızların kostümü de uyumlu ama dansları ne bir anlam kattı ne de görsel şölen. Bir de diğerlerinden farklı olarak şarkıyı bitirirken Orhan Gencebay'ın yanına gitmesi ve eşi ile beraber selamlaması çok hoştu.

Bir de özbek güzeli Yıldız Usmanova vardı. Seçtiği şarkı çok hoştu, "neyi değiştirdik ki" derken bir ara sahnede ayakkabıların ikisini birden fırlatıp sikerim ayakkabısını da diyerek -bu kısım elbette benim katkım- dans etmeye devam etmesi çok samimiydi. Elbisenin rengi de, uçuk lila, kendisi de çok güzeldi, dekoltesine gözüm takıldı kaldı. Babacım demesi çok şirindi. En çok baba diye hitap eden sanatçı ödülü olsaydı alırdı. Özbekistan'ı çok güzel temsil etti.

Genelde dikkat ettiğim bir unsur da performans esnasında arka planda kullanılan görsellerdi, çoğu sanatçı sanki kim olduklarını bilmiyormuşuz gibi dev pano kendi lansmanlarını yaparken Emel Sayın çıktığında Orhan Gencebay'ın Müjde Ar'lı eski görüntülerinin olması çok ince bir detaydı, arkada nal gibi kendi lansmanını yapanlar ilerleyen dakikalarda devam ederken neyse ki arada bunu değiştirenler de oldu, bu seçimlerin sanatçının ego sıkıntısı ile ilgili olduğunu düşünüyorum, bu durumda Emel Sayın, Zara vs gözümde iyice yükselirken Sezen Aksu ve diğerleri basamak düşüyor. 

Televizyon üzerinden izlediğim/dinlediğim konserden aklımda kalanlar bunlar. Bu konserde olmayıp da özellikle dinlemek istediğim Tarkan vardı mesela, kendisinin yorumunu da yazıyı sonlandırırken taze dinledim. Tarkan'a da bu yakışırdı, o ki müzik hayatının başlangıcında Türk Sanat Musikisi gibi zor bir dalda eser seslendirmeyi başarmış bir isim, hakkını vermiş. Keşke konserde de olabilseymiş, neyse hatasız konser olmaz.