"ölüm orucu şantaj değildir."mesele o kadar önemli ki,dikkat çekmek ve
çözüme zorlamak için ağrılı ve yavaş bir ölümü göze alıyorum" demektir"
https://twitter.com/hhiyel/status/263410198515970048
Açlık grevinde 40 ila 60 gün arası kalıcı hafıza kaybı gibi artık geri dönüşü olmayan sağlık sorunlarının kendini gösterdiği en riskli dönem. Bu demek oluyor ki ölümlerin başlaması yakındır. Ve hala sırf açlık grevi yapan insanların talepleri nedeniyle "gebersin köpekler!" diyen bir sürü "insan" var. Grev yapanların yemeklerinin devletten çıktığını zanneden var. 'Daha iyi devlete kalır, hıh!' Ben bu tepkiler için vicdansızlık bile diyemiyorum ya. Sebebini beğenmediği için yüzlerce insanın canını hiçe saymak...
"açlık grevi, tam da bu yüzden, açlık grevini şantaj olarak yorumlayan
vicdan yoksunu insanların vicdanına seslendiği için sıkıntılı işte.."
https://twitter.com/ayayolculuk/status/263414486134833152
Bu konuda naçizane beni değil de Ulus Baker'i okumanızı tercih ederim. Birikim'in 88. sayısında dönemin ölüm oruçlarını değerlendirdiği yazısı:
"ölüm orucu - notlar
bir gazetenin “sağlık” sütununda bugün “saç
naklinde yeni bir yöntem”in tanıtıldığı, hemen yan sütunda “anne sütü
gibisi yok” denilen şu dörtte bir sayfanın yukarısında, birkaç sütun
halinde “ölüm orucu”ndan “kurtarılarak” tıbbın ellerine teslim edilen
mahkûmların haberi yer alıyordu. oysa onlar, yalnızca bedenleriyle
gerçekleştirdikleri bir eylemin sonunda orada bahsedilen “sağlık”
denilen şeyden tümüyle vazgeçmiş, üstelik işkencenin ve ölüm orucunun
derin yaralarını ve örselenmelerini hep taşıyacak bedenlerini bambaşka
bir “sağlık” türüyle kutsamış bulunuyorlar. çok geçmeden bu bedenler,
tıbbın yarım yamalak müdahalesi sonucu “iyileşti” etiketiyle taburcu
edilecekler ve yeniden cezaevi duvarlarının ardına, ağır demir kapıların
arkasına kapatılacaklar...
ölüm orucu olayı, aydın sorumluluğu
denilen özel bir sorumsuzluk ve bencil uğraşı türünü bir kez daha
turnusol testine tâbi tutuyor. orada, yine bir gazetenin sütunlarında,
adalet bakanı tarafından yapılan yarı-çağrı, yarı-meydan okuma yüklü bir
sözle ölüm orucundaki mahkûmlarla pazarlık etmeye davet edilen
aydınlar, özellikle zülfü livaneli, yetmişli yıllarda fransa’da
tutuklanan ve giscard hükümeti tarafından almanya’ya iadeleri gündeme
getirilen baader meinhof tutuklularıyla görüşen sartre’a benzetildiler.
ama sartre, bizim aydınlarımızdan farklı olarak, cezaevi koşullarından
siyasal ya da değil tutuklulara karşı yapılan muameleye ilişkin
inanılmaz bir güçle mücadele etmiş, iki hükümeti (fransız ve alman)
dünyanın ve insanlığın önünde rezil etmişti.
“normal vatandaşlar
kaybolsun!” ... diye bir polis anonsu. ankara’nın göbeğinde
işitilebildi. “normal” olmayan vatandaşlar birkaç katman polis
bandosunun ve su fışkırtmaya her an hazır panzerlerin arasında
kuşatılmış olanlardı her halde. devletin arzusu, elbette onları bir an
önce ortadan “kaybetmek” (özel bir yetenek gerektirmiyor bu) ve
dağıtmaktı. ama ilk kez, “normal” denilen vatandaşlara yönelik bir polis
anonsundan, insanların kentlerin en işlek meydanları ve caddeleri
üzerinde “kaybolmak”, “toz olmak”, yani bir anda yitip gitmek zorunda
olduklarını öğreniyoruz.
“bakmayın.” bir başka polis anonsu, tıpkı
“kaybol!” komutu gibi, kulaklarda çınladı... “bakmayın!” “bakmak” ile
“görmek” arasında insan türünün özel bir yeteneğinin eseri olan farkı
hedef alıyordu bu komut... halbuki insanların, gerçekten, bakmadıkları
bir şeyi farklı, sayısız gözlerle (arılar gibi) görebilme yeteneği
vardır ve bunun önüne geçilemez...
müslümandı... adalet bakanı
olmuştu... var olmayan, güçsüz bir ilkeler manzumesi şeklindeki iktisadî
doktrinlerine adil düzen adını vermeye o da alışmıştı. deneyimli bir
politikacı olarak işlerin asla öyle gitmeyeceğini bildiği halde, bazı
terimler etrafında cemaatıyla uzlaşım içindeydi: değerler – oruç, zekât
ekonomisi, fitne fücura karşı mücadele ve elbette adalet... işte bu en
yoğun, en metaforik dinsel değerin bakanıydı artık. görev başına
getirilir getirilmez, çok iyi tanıdığı ve değer verdiği bir olayla,
dininin kurallarından (farz diyorlar) biri olan “oruç” ile karşılaştı...
tek fark, orucun iftarla değil, ölümle sona eren özel bir türden
oluşuydu... sorun şimdilik askıya alındıktan sonra, orucun nasıl bir
bunalım yaratabileceğini herhalde bir an olsun düşünmüştür. inançların
salt kendine ve ait olduğu cemaate ait güçler olduğunu hayal eden biri
olarak iftarını kutluyoruz...
insan, harekete geçmeden önce
sonsuz küçük bir an için bile olsa duraklayan, bekleyen tek varlık
olarak tanımlanabilir. psikanalizci jacques lacan bu süreye “mantıksal
zaman” adını veriyor. bu zamanın kısalığı brezilya’da devletin başına
bir süre önce ciddi bir dert açmıştı. gerilla karşıtı devlet savaşı için
yetiştirilmiş özel paramiliter birlikler (bizdeki özel tim filan gibi)
savaş bittikten sonra emniyet güçleri arasına alındılar, kendi
kurallarıyla çeteler halinde örgütlenmediler ve favela sokaklarında,
teneke tıngırdatan yavru kedilere dahi anında ateş kusan silahlarına
sarılır hale geldiler. hiçbir polisiye örgüt onların onlarca insanı
nedensiz katletmesinin önüne geçemedi... derken, abd’nin psikolojik
savaş uzmanlarının bir önerisi geldi: meditasyon eğitimi... bununla
sözümona bu elemanlara ateş kusmadan önce birkaç saniye durup bekleme,
düşünüp usavurma süresi sağlanacaktı... bundan daha uzun bir süre
düşünmeyi artık asla başaramayacak kişiler olarak...
ölüm
orucunda mahkûmun bedeni bir savaş alanına dönüşür. onun üzerinde her
türden kuvvet birbiriyle mücadele etmektedir. işaretin, çağrının,
beyanın bedenidir o. varlığın dokunabileceği, erişebileceği, gezip
tozabileceği tek yüzey onun görüntüsü, var olabileceği tek derinlik onun
iç organlarıdır. bu savaş ne bir örgüt, ne de devlet tarafından
yürütülmektedir. dolaysızca cezaevinin mimarisi ile mahkûmun bedeni
orada karşı karşıya gelirler, yüzleşirler. işte bu beden kendini
eritiyor, cezaevinin bedeni için yok kılarak kazanıyordu savaşı... zülfü
livaneli’nin “bu işten türkiye’nin kazançlı çıktığı” duyurusuna
rağmen...
mahkûmların sınıflanması, “iç savaş” terimi kadar
ideolojiktir. nasıl “iç savaş” fiziksel olarak insanları somut olarak
yok eden bir güçler mücadelesi olarak savaştan başka, ötede bir şey
değilse, cezaevine girildiği anda herkes sıfıra indirgenir. sonradan,
gücünü elbette bu sıfırdan alacak, koğuşlarda kurulan cemaat düzenlerine
rağmen herkes “birey” olarak karşı karşıya kalacaktır demir kapı ve
ranzalarla. “adi” denilen suçlular “adi” değildirler. aynı aygıtla, aynı
mekanizmayla, aynı işkenceyle karşı karşıya gelirler. ancak onların
sesi pek tınlamaz, duyulmaz... çünkü o hepimiziz... hani şu
konuşmayanlar...
cezaevi bizim, kamuoyunun, basının, aydının,
hükümetin, devletin değil, orada en çıplak halleriyle yüzleşen güçlerin
bir sorunudur. türkiye’nin bunca sorunu arasında “gereksiz”,
“halledilebilir” bir fazlalık olarak değil (liberallerimiz bunu sık sık
vurguluyorlar artık) kalıcı, evrensel ve kişisel bir sorun olarak çıkar
karşımıza. biz, yani “potansiyel suçlu”lar onunla ömür boyu
karşılaşmasak bile onunla ölçülürüz ve bizim özgürlüğümüzü tasarlayan
odur.
nazım hikmet’in “bir gün fazla yaşamak” mısraı nedense ölüm
orucuna karşı bir slogan haline geldi. bir anda etik, ama bir o kadar
da politik bir sorunla karşı karşıya olduğumuz hissine kapıldık.
kaldırılamayan, siyasetin en dar manevra alanını kullanan bir “aşırı”
hareketin gündemi belirlemesiydi. oysa örnek insanın özel, toplumun
kollektif işidir. ele alınması, kurgulanması, anlamlı kılınması gerekir.
camus’nün sınırlandırdığı alanda dolaşmak yetmez. anlam ya ölümden
önce, yani yaşamda, ya da ölümden sonra, devam eden yaşamda bulunur.
kendi ölümünü anlamlı bir bütün ve bir eylem olarak örgütlemek, ölüm
orucunun bize yalnızca hatırlattığı bir zorunluluktur. mümkün olan bütün
yolları deneyerek ölmek gerekiyor...
bedensel ölümlere devlet
katlanamadı, direnemedi... bu tarz ölüm, kendi dönüştürücü, eleştirel
güçlerine sahipti ve onları, ölüm orucundan çekilip alınmış, şuurunu
kaybetmiş mahkûm bedenleri üzerinde ışıldatmaya devam ediyor. bununla
uzlaşması gereken öteki sorun ise ruhsal alanda hissediliyor. orada
ışıldayandan yalnızca bir basın haberi, bir protesto, bir slogan değil,
sorunun ta kendisine, ölümün ve insanların direnme gücünün beyanını
türetmek... ama bu, sanat dediğimiz şeyden başkası değildir.
canlı
varlık ölümü düşünemez. spinoza’dan öğrendiğimiz bu düşünce olgusal
değil varoluşa ilişkindir. onun sayesinde ölüm oruçlarının ölüme değil,
yaşama doğru gittiğini, yaşama ilişkin taleplere sahip olduğunu, onunla
kenetlenip onu olumladığını öğreniyoruz. çünkü yaşam dirençtir. kendine
bir süre biçmez, sonunu algılamaz, sona erdiğinde kendisi ortada
bulunmaz..."
http://www.birikimdergisi.com/birikim/dergiyazi.aspx?did=1&dsid=82&dyid=2013&dergiyazi=%EF%BF%BDl%EF%BF%BDm+Orucu+-+Notlar#.UIeuZVgenxY.facebook
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder